Hoşgeldiniz!

Yaşamımdan bazı örnekleri ve deneyimleri paylaşmak istedim. Bu nedenle başladım oturup yazmaya...

14 Kasım 2016 Pazartesi

Anılarıma Son Söz

Ya upuzun ya da kısacık diye tanımlanabilecek bir ömürden aklımda kalanlar bunlardı. Daha önümde ne kadar zaman var, bunu sadece Allah bilir. Mutlaka geçmişten yazmam gerekenler olabileceği gibi, önümdeki dönemde de yazacaklarım olabilecektir.

Sema ve Alim

Elli sene önce, daha Harp Okulunda öğrenciyken, okuduğum, beğendiğim ve kendi yazdığım şiirleri bir defterde toplamış ve defterin kapağına, Yunus Emre’nin çok beğendiğim dizelerini yazmıştım. Yunus Emre'nin aşağıdaki bu ölümsüz dizeleriyle, anılarıma noktayı koyuyorum.

Hoşça kalın...

Yunus Emre (Kaynak: Vikipedi)
Nice Han Nice Sultan,
Tahtı Bıraktı Geçti,
Dünya Bir Penceredir,
Her Gelen Baktı Geçti.

R. Alim Gürerk
14 Kasım 2016
Çankaya-Ankara


Not: Kıymetli Dostlar,

"Benden Geriye" isimli yaşam öykümü kaleme aldığım kitabım Şubat 2019'da piyasaya çıktı.

70 yıllık bir ömrün iki ayrı asra yayılmış serüveninde, tanık olduğum siyasi, sosyal ve hatta magazinsel olaylardan söz ettim bu kitapta. Ama en önemlisi, mensubu olmakla gurur duyduğum 69'lu Devre Arkadaşlarımla, Kuleli'de, Harp Okulunda, sınıf okullarında ve kıt'alarda yaşadığımız acı-tatlı olayları anlattım. Ayrıca; 30 yıl boyunca, gerek ülkemde gerekse yurt dışında TSK’nin bir mensubu olarak yaşadığım önemli olaylardan ve 18 sene ise özel sektörde yönetici olarak yaptığım çalışmalardan söz ettim.

İlgilenenler, kitabı mesela şu adresten elde edebilir.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/benden-geriye/494916.html

14 Ekim 2016 Cuma

Askeri Ataşe'nin Görevleri

Askeri Ataşeler arasında, en çok görev yoğunluğu bendeydi. Sorumluluklarım arasında, mensubu olduğum Türk Kara Kuvvetleri Komutanlığının, Genelkurmay Başkanlığımızın, T.C. Milli Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Harita Genel Komutanlığının verdiği görevler bulunuyordu. İlişkilerim genellikle Alman Savunma Bakanlığı ile oluyordu. Yeterli almanca bilgim ve Alman Akademisinde beraber olup Savunma Bakanlığında görev yapan Alman arkadaşlarım faaliyetlerime olumlu katkılar sağlıyordu.

Almanya Askeri Yardımı Kesiyor

Bir gün, Alman Savunma Bakanlığına çağrıldım. Savunma Bakanı Müsteşarının odasında yer gösterdiler. Müsteşar, bir kahve ikram ettikten sonra, önce sınıfımı sordu. Ben, ‘’Tank’’ dedikten sonra, ‘’İsabet olmuş’’ gibi bir şey söyledi. Hemen, doğrudan konuya girdi. ‘’Albayım, ülkenize NATO savunması kapsamında yardım faslından verdiğimiz zırhlı araçları Anadolu'da yurtiçi olaylarda kullanıyorsunuz. Bunu doğru bulmuyoruz’’dedi. Ben önce durakladım ve sordum. ‘’Sayın Müsteşar, böyle bir düşünceye nereden kapılıyorsunuz, yok böyle bir şey’’ dedim. Bana, o esnada masasının üzerinde duran, Almanya’da da basılan, Türkiye’de kendisinden, basının ‘’Amiral Gemisi’’ diye söz edilen gazeteyi gösterdi. Gazetenin birinci sayfasında, neredeyse sayfanın yarısını kaplayan bir resim bulunuyordu. Resimde bir tank ve tankın arkasına takılmış bir zincirle yerde sürüklenen bir ceset vardı. Sürüklenerek götürülüyordu. Ben, ‘’Bu tank bir M48, birçok orduda var bundan’’ dedim. Müsteşar; ‘’Ama bakın bu tankın kulesinde sis bombaları var’’ dedi. Gerçekten söylediği doğruydu. Bu, tank kulesine monte edilmiş sis bombası uygulaması, sadece ‘’Doğu Blok’’u ülkelerinde ve dolayısıyla eski Doğu Almanya Ordusunda da vardı. Doğu ve Batı Almanya birleştikten sonra, Doğu Alman Silahlı Kuvvetlerinin, harp silah ve araçları artık bugünkü Alman Silahlı Kuvvetlerinin envanterine girmişti. Almanya da bize, yardım malzemelerini işte bu envanterden veriyordu.

Benim olduğum dönemde, Almanya, Türkiye’ye yapmakta olduğu askeri yardımı kesti. Hatırlanacağı gibi, Kıbrıs Barış Harekatı esnasında da, ABD askeri yardımını kesmişti. Her iki ambargo da bence ülkemize çok yararlı oldu. Savunma sanayimiz, bugünlere, gittikçe gelişerek geldi.

Askeri ataşeler olarak görevlerimiz arasında, değişik birçok şey vardı. Türkiye’den istenen bilgileri araştırıp, derleyip göndermek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Almanya’da katıldığı yarışma, fuar ve benzeri etkinliklerde koordinasyonu sağlamak, günlük, haftalık ve aylık istihbarat raporları hazırlamak, tedavi için gelen askeri personel ile ilgilenmek, hastane, ilaç ihtiyaçlarında yardımcı olmak bunlardan bazılarıydı.

Resepsiyonlar

Çok zaman alan diğer bir konu da, Bonn’daki askeri ataşelerin verdiği resepsiyonlardı. O tarihlerde, Bonn’da, 100’den fazla devletin büyükelçiliği ve askeri ataşeleri vardı. Doğu Blokundan olanlar dışındaki tüm askeri ataşelerin verdiği resepsiyonlara katılma zorunluluğumuz bulunuyordu. Davetine katılmadığımız veya katılamadığımız ülke olursa, diplomasideki kuralların en başta geleni ‘’mütekabiliyet=karşılıklılık’’ ilkesi gereğince, onların askeri ataşeleri ve diplomatları da, Türkiye Cumhuriyeti’nin verdiği resepsiyonlara katılmıyorlardı. Bu resepsiyonlar, ayrıca diğer askeri ataşelerle görüş alışverişinde bulunma olanağı da sağlıyordu.

Alim ve Serap, bir resepsiyonda Norveçli Albay ve Eşiyle


Bir de yılda 4-5 kez, ''Ülke gecesi'' tertipleniyordu. O geceyi hazırlayan, örneğin, İspanya Askeri Ataşesi ise, geceye ‘’İspanyol Gecesi'' deniyordu.  Geceyi düzenleyen ülke, en güzel yiyecek ve içeceklerini, turistik yerlerini anlatan filmleri, folklorik zenginliklerini, bazı ünlü sanatçılarını tanıtıyordu. Sadece bir ülkenin ev sahipliği yaptığı bu geceler çok renkli ve güzel geçiyordu. Benim olduğum dönemde, Türkiye'ye sıra gelmemişti.

Alim ve Bir İspanyol Lezzeti ''Paella''

Ayrıca, Türk Ataşelerinin, kendi evlerinde, yabancı askeri ataşe ve eşlerine, ayda bir defa yemek daveti vermeleri ve bu yemek davetlerinde bir garson bulundurmaları şarttı. Oysa Hamburg’ta iken de evimizde yemek daveti verdiğimiz olur, yemek servisini eşim, içki servisini ben yapardım. Bonn’da, genellikle, dört çifti davet ettiğimiz bu yemekleri eşim hazırlıyor, menüyü özellikle, Türk mutfağının otantik yemek ve tatlılarından seçmeye özen gösteriyor ve her davette değişik şeyler hazırlıyordu. Oysa ben, ''her defasında yeni bir menüye gerek yok, nasıl olsa gelenler aynı kişiler değil'' dememe rağmen, ısrarla yeni çeşitler hazırlamaya çalışıyordu. Menüden, Çerkez tavuğu, lahana dolması, yaprak sarma, sebzeli tavuk şiş, tahinli un helvası, bademli keşkül gibi yemekler ve tatlılar aklımda kaldı.

1994 yılı Ağustos ayında askeri ataşelik görevim sona erdi. Bundan sonra yaşadıklarımı, yani Türkiye'ye dönüşümü ve özel sektöre geçişimi yazmadan, Almanya'dan 1997 yılında Türkiye'ye ziyarete gelen arkadaşlarımla yaptığımız maceralı bir geziyi anlatacağım.

Sınıf Arkadaşlarım Türkiye'ye Geliyorlar

Alman Harp Akademisini bitirirken, iki yılda bir kez toplanmaya, birbirimizi yeniden görmeye karar vermiştik. Ben bu toplantılardan iki tanesine katılabildim. İlk katıldığım toplantı Almanya’da, Erfurt’ta yapılmıştı. O tarihte zaten Almanya’da, Askeri Ataşe olarak bulunuyordum.

İkinci toplantıyı 1997 yılında Türkiye’de, ben organize ettim. Sınıftan 11 arkadaş eşleri ile birlikte Ankara’ya geldiler. Askeri bir servis otobüsü ile onları Havaalanından aldım. Genelkurmaydan özel olarak aldığım izinle, onları Bahçelievler civarındaki Merkez Orduevine yerleştirdim. Akşam hep birlikte, Almanya’nın Ankara’daki Askeri Ataşesi Kurmay Albay von Quaden’ın Beysukent’teki evinde verdiği bir davete katıldık. Ertesi gün cumartesi idi. Önce otobüsle bir şehir turu yaptık. Anıtkabire, Ulus’taki Kaleye gittik. Öğle yemeğini de meşhur bir dönercide yedik. Akşam sazlı sözlü yemekli bir eğlence yerine gittik. Herkes dansözle ayrı ayrı dans etti. Çok memnun kaldılar. Otele döndük.

Paskalya tatili nedeniyle 4 günlüğüne gelmiş olan arkadaşlarıma mevcut koşullar içinde en iyi yapabileceklerimi yapmaya gayret ediyordum. Bu nedenle programa Kapadokya’yı da koymuştum. Hem bildiğim bir bölge hem de zaman olarak sıkıntıya girmeyeceğim bir uzaklıktaydı Ankara’ya. Çünkü Pazartesi günü saat 16.00’da uçakları kalkacaktı.

Pazar günü, bize gezinin kalan kısmını yaptıracak, otobüs minübüs karışımı olan midübüsümüz orduevine geldi. Şoförü de, midübüsü de gözüm pek tutmamıştı. Yolda aracımızın motor sesi beni rahatsız etmişti. Özellikle, yolun hafif yokuş olduğu kesimlerde aracın sürati çok düşüyordu. ‘’Yarın sabah oldukça erken çıkmalıyız dönüş yoluna’’ diye düşünmeye başladım. Şoföre bu düşüncemi söylediğimde, ‘’merak etme abi yarın yıldırım gibi geçeriz bu yolları evelallah’’ diyordu.

O geceyi Nevşehir’de güzel bir otelde geçirdik. Pazartesi sabahı şoför bizi ısrarla şarap tatma evine ve testi kebabı yemeye götürmek istiyordu. Ben de bir an önce yola çıkmaktan yanaydım. Şarap tatmanın en güzelini arkadaşlarım Almanya’dan biliyorlar deyip, sadece testi kebabını kabul ettim. Misafirlerin ilgisini çekti.

Nihayet saat 12.00 sularında Ankara’ya doğru yola çıktık. Yani uçağın kalkış saatine kadar belirli süremiz vardı. Araba gelirken olduğu gibi dönüşte de bayır çıkışlarında bayılıyordu. Bu yolu nasıl geçirdim, anlatılması imkânsız. ‘’Ya uçağı kaçırırsak ben bu insanları ne yapacağım?  Kendi evimde o kadar yer yok ki!‘’ diye düşüne düşüne Ankara yakınlarına kadar geldik. Gölbaşına geldiğimizde, şoföre, şehir içinden değil çevre yolundan gitmesini söyledim. ‘’Yol uzar abi’’ falan gibi bir şeyler söyledi.

Esenboğa’ya iyice yaklaşmıştık. Sürekli saatime bakıyor, şoföre de ‘’daha hızlı’’ diyordum. İşte o esnada, ancak filmlerde rastlanan, benim de başımdan kaynar suların dökülmesine neden olan olay gerçekleşti. Biz tam havaalanına girerken, alman hava yollarının uçağı başımızın üzerinden geçti gitti.

Şimdi ne yapacaktım? Hep beraber terminale geldik. Önce midübüsü kiraladığımız seyahat acentesi yetkilisi ile konuştum. Kendisi çok anlayışlı davrandı. ‘’Merak etmeyin, onları bir gece otelde misafir edeceğiz’’ dedi. Rahatladım biraz. Sonra yabancı havayolu yetkilileri ile görüştüm. Ertesi gün için yer olduğunu, ancak ücret ödenmesi gerektiğini söylediler. Ben de bunun üzerine, firmanın Almanya’daki bir yetkilisiyle görüştüm. Anlayış gösterdi. Ücret alınmamasına karar verdi.

Artık, bu güzel haberleri kutlamanın zamanı gelmişti. Arkadaşlara, kaldıkları otelin üst katındaki salonda bir Türk Gecesi tertipledim. Yediler, içtiler ve eğlendiler. Ertesi günü Almancası oldukça güzel olan sekreterimi arkadaşlarımın eşlerine mihmandar olarak verdim. Doğru kuyumcuya gittiler. Ben de erkeklerle kendi iş yerime gelip onlara çalıştığım firmayı tanıttım.

Bu defa tam zamanında havaalanında olduk. Bir gün önce ağlayan arkadaşlarımın eşleri, bu defa boynuma sarılıp ''Ne olur bu uçağı da kaçıralım'' diye gülüşüyorlardı.

8 Ekim 2016 Cumartesi

Zeki Müren ve Üniversite

Annemle beraber Zeki Müren'in filmlerini hiç kaçırmazdık. Neredeyse tüm filmlerini izledik. Çok güzel bir sesi vardı. Hala kulaklarımda. Özel yaşamına ait kişisel tercihleriyle hiçbir zaman ilgilenmedim. Aldığı eğitimler, Türkçeye hâkimiyeti ve harika diksiyonu yanında, o muhteşem sesi beni kendisine hayran bırakıyordu.

Alim, Zeki Müren ve Serap

1975 yılında Ankara'da yaklaşık altı buçuk ay kadar süren bir kursa seçilmiştim. Sivil kıyafetle katılıyordum. Bir gençlik hevesiyle ve meraktan bıyık bırakmıştım. Bir hafta sonu İstanbul'a geldim. Serap'ta sömestre tatili nedeniyle, İstanbul’da, annesinin evindeydi.

Sanat Güneşi Zeki Müren'le Tanışıyorum 

Bir cumartesi gecesi, gittiğimiz ünlü bir gece kulübünde Zeki Müren'e rastladık. Çok heyecanlandım ve ani bir kararla, Serap'ın şaşkın bakışları arasında, dostlarıyla oturduğu masaya gittim. Kendimi takdim ettikten sonra, kendisi ile tanışmayı uzun yıllardan beri hayal ettiğimi söyledim. O, her zamanki kibarlığı ile teşekkür etti ve beni masasına davet etti. Eşimle beraber olduğumu, rahatsızlık vermek istemediğimi, eğer bizimle bir fotoğraf çektirirse, çok mutlu olacağımızı söyledim. Zeki Müren, hala kulaklarımdaki nazik sözleri ile ‘’Şeref duyarım efendim’’ dedi. O esnada, sahnede henüz bugünkü ününe ulaşmamış olan Huysuz Virjin program yapıyordu.




Aradan yıllar geçtikten sonra, bir sonbahar günü, 24 Eylül 1996'da yaşama veda etti. Benim için çok erken bir ölümdü. Zaten bütün ölümler erken değil midir?

Üniversiteye Kaydoluyorum 

1975 yılında üniversite sınavlarına girdim. Durup dururken oldu bu. Çevremde bir çok genç sınavlara giriyor, nedense kazanan pek olmuyordu. Bunların arasında yakın akrabalarım da vardı. Biraz da onları teşvik etmek ve örnek olmaktı maksadım. O tarihlerde sınavlar üç bölümden oluşuyordu. Genel kültür, yabancı dil ve fen-matematik. En çok yabancı dil ve genel kültürden ümitliydim, Fen ve matematikten ne alırsam kardır diye düşünüyordum. Nihayetinde, sınavı, yabancı dilden aldığım yüksek puan sayesinde kazandım.

Alim Üniversitede

Erzurum Atatürk Üniversitesi Yabancı Diller, Almanca Bölümüne kaydımı yaptırdım. Devam mecburiyeti yoktu. Fakat, o dönemlerde muvazzaf bir askerin üniversiteye devam etmesi kesin olarak yasaktı. Bu yüzden zaman zaman gizlice gidiyordum bölüme. Üstelik, anarşik olaylar çok yoğun olarak devam ediyordu. Hatta bir gün bulunduğum dershaneyi basan bir grup öğrenci, subay olduğumu bildikleri için beni kibar bir şekilde dışarıya davet edip, içerideki diğer karşıt gruptan olan öğrencilere saldırmışlardı.

Bir süre sonra, ikinci sınıfa geçmiş olmama rağmen üniversite yaşantımı sonlandırdım.

28 Eylül 2016 Çarşamba

Menteş Kampı

Şimdi, Kuleli’den mezun olduktan sonra geldiğimiz, İzmir-Karaburun Bölgesindeki Menteş Kampına dönebiliriz. Kampa geldiğimizde büyük bir hayal kırıklığı yaşadık. Bir hafta boyunca, mahruti denen koni biçimi çadırlarda kalacaktık. Yatak ve yastıklar otlarla doldurulmuştu. Vücudumuza batıyordu. Geceleri sıcaktan, yaban domuzu ve çakal seslerinden uyumak mümkün değildi. Tek tesellimiz bir üst sınıfların (68’lilerin) bir hafta içinde kamp bölgesinden ayrılarak Ankara’ya dönecek olmalarıydı. Onların bıraktıkları üç kişilik, nispeten daha uygun koşullara sahip çadırlara biz (69’lular) geçecektik. Bir hafta çok zor geçti. Daha doğrusu nasıl geçti hatırlamıyorum. Sonra üçer kişilik çadırlarımıza geçtik. Ben, Aziz Kanık ve Tahir Öztürk ile birlikte aynı çadırda kalıyordum.

Sabah erken saatte kalk borusu hoparlörden yayılıyor ve çadırlar bölgesi ile deniz arasındaki açıkhava yemekhanemize gidiyorduk. Kalk borusundan sonra hoparlörden Ajda Pekkan’ın sesi yükselir, genellikle, "Saklanbaç" şarkısını söylerdi.



Çadırlarımızla yemekhanenin arasındaki mesafe 100 metre kadardı. Buna rağmen sıraya giriyor ve uygun adımlarla marş söyleyerek gidiyorduk. Daha sonra spor saati başlıyordu. Aslında bu ''Savaş Beden Eğitimi'' idi. Bundan sonra da kızgın güneşin altında tam teçhizatlı olarak eğitim alanına geçiyorduk. Eğitim tam bir işkenceydi. Öğleye kadar sadece üç defa 10’ar dakikalık dinlenme. Sağa dön, sola dön, yat kalk, marş marş. Nihayet öğle yemeği için yemekhane bölgesine dönüyorduk. Yemekten sonra da kısa bir dinlenme zamanı vardı. Ya öğrenci gazinosuna ya da eğer amirlerimiz ortalıkta yoksa çadıra gidip biraz yatağa uzanıyorduk. Öğle yemeğinden sonra genellikle iç hizmet kanun ve yönetmeliğinin anlatıldığı öğle dersi oluyordu. Bu dersler de ayrı bir işkenceydi. Sıcak başlı başına hayatımızı zorlaştırıyordu.

Öğle dersinden sonra yüzme saati vardı. Bu genellikle 15 dakika sürerdi. Bir borazancı erin çaldığı borunun sesiyle tüm bölükler, yaklaşık 650 kişi aynı anda suya giriyorduk. İlk günlerde suya girenler çoğu kez‚ ''Allah, anam'' vb. sesler çıkarıyordu. Bizi daha önce ikaz etmiş olmalarına rağmen deniz kestanelerine basanlar oluyordu. Canları çok yanıyordu. Deniz kestanelerinin batan iğnelerini çıkarmak da ayrı bir maharet gerektiriyordu. Benim ayağıma da bir defa battı. Denizden çıktıktan sonra altına koştuğumuz duşlardan da genellikle su akmıyordu. Sanırım bu olumsuzluklar bizleri çok daha zor koşullara hazırlamak içindi.

Üzümbağı Tatbikatı

Menteş kampında günlük eğitimlerin yanı sıra tatbikatlar da yapıyorduk. Yine böyle bir tatbikat için uzunca bir yürüyüşün ardından tatbikat bölgesine geldik. Bizim takım taarruz edecekti. Erol Sır, A-4 Makineli Tüfek Nişancısı, Ali Fikret Arapoğlu’da (Bacak) cephaneciydi. Takım Komutanı rahmetli Tğm. Tanju Tezgel ve Harpokulu Komutanı Tümgeneral Namık Kemal Ersun tatbikatı izliyorlardı. İzmir’in o meşhur yaz sıcağı bir yandan, makineli tüfeğin ağırlığı bir yandan...  Erol’da küfrün bini bir para. Ha bire mevzi değiştiriliyor. Tesadüf eseri sol tarafta bir üzüm bağına rastladık. Bağdaki üzümler nefis olmuşlardı. Takımımız mevzi değiştirmeye devam ederken, sonradan öğreniyoruz ki, Erol ve Fikret  yattıkları yerden kalkmayıp, ''Ulan bizim makineli tüfeğe mi güvenip taarruz ettiler, velev ki biz öldük'' diyerek gülüşmüşler ve orada kalıp, bol bol üzüm yemişler.

Menteş ATAT Kampı (Kaynak: www.kkk.tsk.tr/Okullar/kuleli/)

Neyse tatbikat bitti. Toplandık. Harp Okulu Komutanı tenkit yaptı. ''Olmaz  arkadaşlar. Taarruzun en önemli safhasında makineli tüfek desteği yoktu. Bu taarruzu iyice çalışın.’’ Tanju Teğmen olayı anlamıştı. Dişlerini sıktı. O efendi tavrıyla, gözleri ile konuştu. ''Ben size sorarım.’’ diyordu sanki. Tanju Teğmen, Harp Okulundan sonra Kara Pilot oldu, daha sonra Orman Bakanlığı helikopterlerinde uçmaya başladı. Bir orman yangınıyla mücadele esnasında, helikopteriyle bir göle düştü ve hayatını kaybetti. Öğrencilerin çok sevdiği bir ağabeydi.

Dalyan Faciası

Menteş kampında bir defasında da Bölüğümüz, bir piyade takımının tam teçhizatla sulardan geçiş tatbikatını yapacaktı. Günler önceden çalışmalara başlandı. Anımsayabildiğim kadarıyla silahları taşımak için domates kasaları kullanılıyordu. Bu kasaların içine talaş parçaları dolduruluyor, brandayla çepeçevre sarılıyordu. Nedendir bilmem spor hocamız rahmetli Albay Şeref Tunca da bu hazırlıkları yakından takip ediyor ve yönlendiriyordu. Hazırlanan senaryoya göre bir kıyıdan suya girecek, yaklaşık 60-70 metre mesafede olan karşı kıyıya geçecektik. Üç veya dört manga oluşturulmuştu. İyi yüzücüler, başta Avni Çaptuğ ve Alkan Binici olmak üzere 1. Mangada idiler. İstanbul’lu olduğum için iyi yüzer düşüncesiyle ben de 1. Mangada idim.

Menteş ATAT Kampı sahilde (Kaynak: www.kkk.tsk.tr/Okullar/kuleli/)

Tatbikat günü geldi. Hat düzeninde suya yaklaştık. Sırtlarımızın dönük olduğu kıyının hemen arkasındaki tepeden, Bölük Komutanımız rahmetli Yzb. Mehmet Koluman ve Alay Komutanı Kurmay Albay M.C. bizleri izliyorlardı. Yüzmeye başladık. Takımın sol tarafı çadırlar bölgesine, yani koyun nispeten daha sığ olan nihai noktasına doğru idi. En sağda, daha derin olan açık deniz tarafında ise 1nci Mg. vardı. Daha kıyıdan 5-10 m. uzaklaşmıştık ki, nereden bilemiyorum bir ses geldi. ‘’Batıyorum’’ Hemen ardından bir ses, bir ses daha. Bu defa çığlıkların arasına ‘’imdat, boğuluyorum vb.’’ panik içinde canhıraş feryatlar karışmaya başladı. O esnada arkamızda kalan tepeden yüksek sesle atılan naralar da arkadaşların çığlıklarına karışıyordu. Ama bu bağırışlar farklı iki perdedeydi. Alay Komutanı ’’evladım, oğlum at silahını, bırak suya’’ derken Yüzbaşımız hepimizce malum kendine özgü şivesiyle ‘’atma silahını, bırakma silahını, ağzına  sı…’’ diye bas bas bağırıyordu. Yani sözün kısası, sallar su almaya başlamış, emir komuta zinciri tam orta yerinden kırılmıştı!

Peki ya ben ne yapıyordum? Benim salım ve onu sardığım kaba brandam bayağı sağlamdı, her nasılsa az su geçiriyordu. Ben de tüfeğimi elime almıştım. Daha da önemlisi ayak burunları suyun tabanına değiyordu. Bu da bir şans olmalıydı. Çünkü Mangadaki yerlerimizi Bölük Komutanımız bizzat ve tek tek kendisi belirlemişti.

Facia sonrası batıkları kurtarma çalışması akşam saatlerine kadar hatta gece yarısına kadar sürdü. Bazı silahlar kurtarılabilmişti ama yine de önemli sayıda silah suyun altındaydı. Kurtarma çalışmalarında, özel alet edevat kullanılmamıştı. Çıplak gözle ve 1-2 basit şnorkelle. Suyun derinliği çok değildi ama bulanık hatta çamurluydu aklımda kaldığına göre.

Bölük toparlandı, tamamen yorgun ve bitkin bir şekilde çadırlar bölgesine döndük. Bölük Komutanımız bir müddet daha ateş kustu. Tam hatırlayamıyorum ama içimizden birini yanına çağırarak ''Çık bakayım!'' dedi ve yanına gelen arkadaşımızın yakasından tutarak demediğini bırakmadı. Galiba ertesi gün, silahların önemli bir bölümü daha çıkarıldı. Bu olaydan rahmetli Ziya Süoğlu kalmış aklımda, sanki bayağı silah çıkarmıştı. Bu olay daha sonra nasıl sonuçlandı, onu da anımsayamıyorum. Tek aklımda kalan, aramızda, yürüyüşlerde, bu olay aklımıza geldikçe mırıldandığımız türkü:
'Çadırlardan çıktım yayan,
Dayan 6ncı Bölük dayan,
Karşıda göründü Dalyan,
Dayan 6ncı Bölük dayan,
Nenni, nenni, nenni, nenni, oy!…

Domuzların Gece Saldırısı

Kampın muhtelif bölgelerinde nöbetçi veya devriye olarak görevlendiriliyor, askeri bir düzen içerisinde, geceleri çadırlarda yaşantımızı sürdürüyorduk. Çadırlar bölgesinin iç ve dış emniyeti de biz askeri öğrenciler tarafından sağlanıyordu. Bir gece, arkadaşım Sami Geyve, Bölük Komutanının yattığı çadırın emniyet ve çevre korumasına görevlendirilmişti. İki saat süren 01.00-03.00 nöbeti esnasında gayet dikkatli, talimatlara uygun olarak nöbet görevine devam ediyordu. Nöbet esnasında o ana kadar kayda değer herhangi bir olumsuzluk söz konusu değildi. Gecenin sessizliğinde denizin dalga sesleri de pek hoş duyuluyordu uzaktan. Ay, tam tepede ve tüm ihtişamıyla bölgeyi aydınlatıyordu. Bölük Komutanı’da çadırında günün yorgunluğu içerisinde, bir aslan gibi horlayarak derin uykusunu sürdürüyordu.

Fakat o da ne? Deniz tarafından, 10-15 kadar köpek, gecenin sessizliğini yırtarcasına, yüksek perdeden havlamalarla nöbet bölgesine doğru koşturuyordu. Dikkat kesildi haliyle. Köpekler, önlerindeki,  irili ufaklı üç yaban domuzunu kovalıyorlardı. Bölge, domuzlar için kavun, karpuz ve yemek artıkları bolluğu nedeniyle cazibe merkezi durumundaydı. Domuzlar tam da, gözlerine, nöbetçi olarak görevli arkadaşımın bulunduğu çadırı kestirmişler, tozu dumana katarak ve canhıraş homurtularla gelirlerken, arkalarında da bir sürü takipçileri, köpekler vardı. Gelecekleri varsa, görecekleri de vardı elbette. Sürü, sür'atle Sami’nin bulunduğu bölgeye yaklaşıyordu. Ne yapmalı, neler etmeli de bu durumu halletmeliydi?

Domuz bu, nereye yöneleceği, nerelere saldıracağı kestirilemezdi. ‘’Önlem almalıyım, yoksa işler kötü, evet, tam da bana doğru geliyorlar. Derhal süngü takıp, gereğini yapmalıyım.’’ diye düşünüyordu Sami. Sonradan anlattığına göre, öyle de yaptı. Alışa gelindiği tarzda, Komutan çadırını ortalayıp, süngü takılı ve süngüleme vaziyetinde bekledi. Domuzlar, Sami’ye oldukça yaklaştılar ve son anda verdikleri bir kararla, yan çizip çadırlar bölgesinden başka diğer bir istikamete yöneldiler.

Sami, derin bir oh çekerek rahatladı. Komutan sesleri duymuş olmalı ki, “nöbetçi, ne var orada, neler oluyor?” dediğinde, uykusu bölünmesin, rahatsız olmasın düşüncesiyle, “komutanım, rahat olun, bir iki köpek havlayıp geçti” geçiştirmesiyle durumu idare etti Sami. Bölük Komutanı, ertesi sabah “neydi akşamki patırtılar?” sorusuna Sami'nin verdiği cevaptan sonra, “aferin, bravo doğrusu, yoksa halimiz dumandı...” yaklaşımında bulundu.

Daha sonra olay tüm öğrenciler tarafından duyuldu. Üzerine çok şeyler söylendi. Domuz sürüsü, şaşırıp ta, komutan çadırının veya öğrencilerin bulunduğu çadırların içeresine dalsa idi, olacakları düşünmek bile istemiyorum.

22 Eylül 2016 Perşembe

Kuleli'ye Giriş

Sağlık raporu sınavlardan önce mi yoksa sonra mı alınıyordu? Anımsayamıyorum. Ama fark etmez burada, anlatayım. Gümüşsuyu Askeri Hastanesinde sağlık muayenelerine katılıyordum. Herşey uygun ve normal geçti. Ancak kulak-burun-boğaz doktoru, raporuma daha sonra başıma yığınla iş açacak şu ibareyi yazdı. ''Her iki maksiller sinüs kapalıdır. Askeri Okula giremez.''  Tabii ki üzülmüştüm. Babama anlattım. Birlikte raporu veren doktorun Beşiktaş'taki özel muayenehanesine gittik. Doktor, ''Ben bir operasyon yaparım ve raporu değiştiririm.'' dedi. Bunun için de bizden oldukça yüklü bir para istedi. Bunu verebilecek durumumuz belki de yoktu. Kuleli Askeri Lisesi Komutan Yardımcısı Albayı babam bir yerden tanıyordu. Ondan yeni bir muayene/rapor formu aldık ve doğru Ankara’ya gittik. Ankara’da askeri doktorluktan henüz ayrılmış olan ve babamın yakın ahbabı olan Dr. Hüseyin Leblebicioğlu  ile buluştuk. O beni Gülhane As. Hastanesi’ne götürdü. Kısa bir zamanda ve bu defa‚ ''Askeri öğrenci olabilir'' ibaresiyle biten yeni raporu aldık ve İstanbul’a döndük.

Alim Lise Birinci Sınıfta

Babamın Hüseyin Leblebicioğlu ile ahbaplığı benim doğumuma kadar gidiyordu.  O tarihte bir askeri tıbbiye öğrencisiydi. Bir gün babama uğruyor ve benim doğduğumu öğreniyor. Adımı ne koyduğunu soruyor. Babam da henüz karar veremediğini söylüyor. Hüseyin Leblebicioğlu, diğer erkek kardeşlerimin isimlerinin A harfi ile başladığını duyunca benim ismimin Alim olmasını öneriyor. Babam da kabul ediyor. İsmimden pek mutlu olduğumu söyleyemem. Genellikle yanlış yazılıp, yanlış telaffuz edilen bir isim olmuştur.

Meğer Sınavı Kazanmışım

Artık sınavlar tamamen bitmiş, geriye sonucu öğrenmek kalmıştı. Tek başıma, vapurla Çengelköy’e geçerek, okula gidip, ana giriş kapısına asılan kazananlar listesini inceledim. İsmimi bulamadım. Üzüntü ve sevinçle karışık duygularla, çok sıcak bir havada, okulla Çengelköy Vapur İskelesi arasındaki uzun yolu yürüdüm.

Bu arada, sınavlar esnasında arkadaş olduğum Mehmet Ege’ye rastladım. O da sınav sonuçlarını öğrenmeye gelmişti. Vapurdan çıkıyordu. Bana; “Hadi gel, beraber gidelim bakmaya” dedi. İstemeye, istemeye de olsa ben de onunla okula geldim. Listeyi inceledikten sonra kazandığını öğrenmişti. Ama bir yandan da içine sinmemişti. Listeyi incelemeye devam etti. “Aa, sen de varsın’’ dedi. Benim göremediğimi o görmüştü. Sonraki yıllarda Mehmet’le bu anı üzerine şakalaşırdık. Gerçi o görmese de sonuç postayla eve gönderilecekti. Ama o buna rağmen bana “Bak sayemde okula girdin” diye takılırdı.

Kuleli Askeri Lisesi 1. Sınıf Öğrencisiyim

Aslında benim hayallerimdeki okul değildi. Ancak yatılı bir okul oluşu, bir hafta boyunca evden uzak kalacak olmam bana cazip geliyordu.  Burada, daha sonra yıllarca sürecek olan arkadaşlıklarımızın sarsılmaz temellerinin atılacağını henüz bilmiyordum. Okulun adı Kuleli idi ama günümüzde olan Kuleler yoktu. Bir yangın veya depremde yok olduğu söylenen kulelerin olmayışına hayıflanırdık. Biz mezun olduktan sonra kuleler yapıldı. Okul, ismine yaraşır bir görüntüye kavuştu. 150 yıllık bir okuldu, deniz kenarında bulunan ana binası tarih kokuyordu. Ben lise birinci sınıfı, üst okul denilen, daha yakın tarihlerde yapılmış olan tepedeki okulda okudum.

Kuleli Askeri Lisesi

Kuleli, eğitim müfredatı bakımından diğer liselerden farklıydı. Hem fen, hem de edebiyat bölümlerini okumak zorunluluğu vardı. Bunun dışındaki en önemli fark, yaz tatilinden önceki 20 günlük askeri kamp dönemiydi. Bu dönemde okuldan 7-8 km uzakta bir arazide temel askerlik eğitimi yapılıyordu. Bu eğitimin sonunda ise, askeri GMC'lerle Tuzla’daki Piyade Okuluna gidiliyor ve burada piyade tüfekleri ile atışlar yapılıyordu. Gerçi ben öyle yapmadım ama bazı öğrencilerin ilk atışları yaparken, heyecandan ve hatta korkudan iki gözlerini birden kapattıkları söyleniyordu. Okulun bir başka özelliği de şöyleydi, sınıfı doğrudan geçenlerin üç ay, diğerlerinin sadece 1,5 ay yaz tatili yapabilmesiydi. Lise 1’i doğrudan geçtim. Üç ay yaz tatilini hak etmiştim.

Kuleli’de okuduğum üç yıl boyunca unutulmaz anılarım oldu. Bunlar anlatmakla bitmez. Bundan sonraki bölümlerde sadece birkaç tanesini anlatmakla yetineceğim.

Kuleli Marşı

Deniz senin, toprak senin, gök senin,
Zafer olsun en mukaddes emelin.
Çağlayanlar gibi köpür arşa taş,
Ufuklardan yüksel şahikalar aş.
Ey şerefli, şanlı yuva kuleli,
Hedefindir bütün cihan ileri.
Senin adın bu ülkede tanınmış,
Cumhuriyet kitabına yazılmış,
Ay yıldızın gökyüzünden parlasın,
Nurunda Türklük dünyayı kaplasın.
Ey şerefli, şanlı yuva kuleli,
Hedefindir bütün cihan ileri.

Bir Not

Bu satırları yazarken gözlerim doldu, yüreğim sıkıştı, içimi tarif edilemez derin bir hüzün kapladı. 15 Temmuz 2016’daki alçak darbe girişiminden sonra okulumuz kapatıldı. Ne yazık ki toplumda ve İstanbul halkında pek bir tepki görülmedi, duyulmadı. Önümüzdeki günlerde de ne olacağı belli değil. Oysa ilerideki bölümlerde okuyabileceğiniz gibi, ''Kuleli Otel yapılmasın'' diye endişelerimiz var. Şimdilik durum tamamen belirsiz.

10 Eylül 2016 Cumartesi

Mahallem

Acaba şimdiki gençler, çocuklar bu kelimeyi biliyorlar mı? Sözcük olarak biliyorlarsa bile ne anlama geldiğini düşünüyorlar mı? Örneğin benim çocuklarımın bu konuda çok fazla şey bildiklerini sanmıyorum. Mahalle kavgaları, mahalleler arası futbol maçları, mahallenin namusu, mahallenin amcaları, ağabeyleri, ablaları, teyzeleri, mahallenin bekçisi, acaba onlara da benim hissettiklerimi hissettirebilir mi?

Doğduğum yer, İstanbul’da, Vefa ile Küçükpazar arasındaki Sabunhane Sokak No. 19'daki üç katlı bir ev idi. Ancak oraya ait hiç anım yok. Çünkü 2-3 yaşında iken esas mahallemize taşınmışız. Önce bir sene kadar babamın ayakkabıcı dükkanının üst katında yaşamışız. Daha sonra ise gençlik yıllarımı da geçireceğim, daha önce anlattığım o üç katlı ahşap eve geçmişiz.

İşte benim mahallem, o yirmi yılın geçtiği mahalle (Kalenderhane Mahallesi).


Alim Bozdoğan Kemeri Caddesi'nde tramvay durağında

Mahalle Sakinleri

Bozdoğan Kemeri Caddesinin, bizim evden sonra Süleymaniye tarafına uzanan kısmında küçük bir köy meydanını andıran bir kesim vardı. Adeta bir mahalle meydanıydı. Neler yoktu ki orada. Ayakkabıcı, kalaycı, kasap, yorgancı, fırıncı, bakkal, sütçü, kömürcü, elektrik tamircisi, berber daha neler neler. Daha sonra bunların hepsine teker teker geleceğim.

Ama önce oraya varmadan, bizim evin bitişiğinde bir terzi dükkanı vardı. Terzi Ahmet Amca ve oğlu Yalçın Abi birlikte çalışıyorlardı. Dükkanda, günün akşama doğru saatlerinde genellikle Yalçın Abi bulunurdu. Özellikle babasının olmadığı bu saatlerde dükkanın önü adeta bir üniversite amfisine benzerdi. Günlük siyasi gelişmeler, bu günkü deyimiyle futbol maçı geyikleri. Neler konuşulmazdı neler. Benim en büyük zevklerimden biri de, annemin karşı çıkmasına rağmen onların arasına oturup, konuştuklarını dinlemek olurdu. Hatta zaman zaman benim de konuşmama izin ve fırsat verirlerdi.

Oradan kimleri mi hatırlıyorum. Tuncer Abi, Göbek Ali,  Fevzi Abi, Hayri Abi, dükkan sahibi Yalçın Abi. Fevzi Abi daha sonra dükkanın yanındaki evde oturan salepçinin kızı Servet Ablayla evlendi.

Terzi Ahmet Amca ve Yalçın Abi, havanın izin verdiği günlerde dikişlerini dükkanın önüne çıkardıkları bir sandalyeye oturarak dikerlerdi. İşte o günlerde Ahmet Amca bana sık sık "Alim hadi bana evden yiyecek bir şey getir, onu sana deve yapayım" derdi. Özellikle de meyve tercih ederdi. Bir salkım üzüm ya da bir elma getirirdim. Alır afiyetle yerdi, ben de "Hani deve olacaktı?" dediğimde, midesini göstererek "Deve burada!" derdi. Ben de ağlayarak eve gidip anneme şikayet ederdim. Annem kapıya çıkar‚ "Ahmet Efendi, Ahmet Efendi! Üzmesene çocuğu" diyerek sitem ederdi.

Ayakkabıcı dükkanı babamındı. Tam karşısında Kasap Selahattin vardı. Eğin'liydi. Asabi yapılı, pek konuşmayan, kendi halinde biriydi. Ablası, yandaki bakkal dükkanının sahibi Kemal'in karısı Fatma Hanım'dı. Bu küçük meydanın biraz ötesindeki Kasap Emin de, ağabeyi oluyordu. Ama ikisiyle de görüşmezdi. Aslında Fatma Abla’ya özel bir yer ayırmam gerekir. Babam akşamları genellikle olmadığı ve bizimle aile ziyaretlerine gelmediği için annemle ben sık sık Fatma Abla’ya giderdik. Çok güzel çay demlerdi. Çay faslından sonra da onun bitip tükenmeyen masallarını dinlemeye gelirdi sıra. Aslında tam bir masalcı teyzeydi Fatma Abla. Çok güzel anlatırdı. Çoğu zaman masalın sonunu dinleyemez uykuya dalardım. Kocası Kemal de akşamları evde olmazdı.

Kasap Selahattin'in üzerinde, camcı Kamil Amca, eşi Zeynep Hanım ve iki oğulları ile otururlardı. Oğulların büyüğü Hayri, küçüğü ise Sırrı idi. Hayri yaşına göre daha ağırbaşlı, daha bilgili idi. Küçük Sırrı'ya gelince, atak, girişken, biraz da kavgacıydı. Sanırım iki kardeş kendi aralarında da pek anlaşamazlardı. Bana göre tek ortak yanları futbola olan aşırı düşkünlükleriydi. Hayri Abi koyu bir Fenerbahçeliydi. Sırrı'nın tuttuğu takımı tam anımsayamıyorum. Benim o yaşlardaki en büyük heyecanım, Hayri Abi'nin tombala kartına benzer kartlara çizdiği amblem ve yazdıklarıyla, oynanan futbol maçlarının sonuçlarını evinin camına asmasıydı. Televizyon henüz yoktu. Maçların sonuçlarını oradan alırdım.

Diğer bir heyecanım da babamın dükkanının iki kat üstünde oturan, Kuleli Askeri Lisesinde Astronomi Hocası olan Binbaşı Ahmet Bey'in kızının bana sepetle sarkıttığı meyveleri toplamaktı. Ahmet Bey daha sonra Albay rütbesiyle, Kuleli'de benim öğretmenim olacaktı. Kendisi astronomi öğretmeni olduğu için olsa gerek, kızlarından birinin adı Neptün, diğerinin de Merih’ti. Ahmet Beyin karısı iri yarı, asabi bir kadındı. Ahmet Beyin kayınpederi de kendisi gibi bir asker, emekli bir Albaydı. Bizim evde kendisinden, Albay Zeki Bey diye söz edilirdi. Muhterem bir adamdı. Bir kızı da Ordu’nun Ünye ilçesinde hakim iken gittiği bir keşifte öldürülmüştü. Sanki o olaydan sonra, kız kardeşini kaybeden Ahmet Bey'in karısı daha bir sessizliğe bürünmüştü.

Küçük meydandaki ilk dükkan bir elektrikçiydi. Onunla ilgili pek fazla anım yok. Yanında Bakkal Kemal’in dükkanı vardı. Evi de dükkanın üstündeydi. Kemal Abi ve Fatma Abla; kızları Naciye, oğulları Serdar ve bir çocuk daha bir veya iki odalı bir evde oturuyorlardı. Kemal Abinin dükkanına ait değişik anılarım var. Dükkan yazları manava dönüşürdü. Hatta, halden getirilen karpuz ve kavunların sergiye yerleştirilmesine ben de yardım ederdim. Karpuzların, arabanın üzerindeki biri tarafından ortadaki birine top gibi atılması, onun da sergideki Kemal Abiye atması bana çok keyif verirdi. Bazen bir karpuz yere düşer, hemen orada bulunanlar arasında paylaşılırdı. Bayramlarda, özellikle şeker bayramlarında dükkan bir şekerci dükkanına dönüşürdü. En güzel yanı, küçük meydan, Kemal Abinin yaptığı süslemeler ve ışıklandırmalarla bambaşka bir çehreye bürünürdü. Bir de yüksek sesle çalınan şarkılar mahallede yankılanırdı. Bu şarkılardan belleğimde en canlı kalanı ise Zeki Müren’in söylediği "Hoş geldin evimize, şiir oldun dilimize, Bayram gecesi" isimli şarkıydı.

Kemal Abinin dükkanından sonra Fırıncı vardı. Sahibi Rıza Kastamonu'luydu. Oğullarından biri, Sadettin benim yaşıtım ve arkadaşımdı. Sadettin ile ilgili bir tek anım var. 12-13 yaşlarındaydık. Maça gitmeye karar verdik. Gittik. Maçın bitmesine 10-15 dk. kala kapılar açılırdı. Son dakikalarda bu şekilde maça girenlere bedavacılar denirdi. Bekledik, açıldı ve girdik. Dönüşte de tramvayla geri döndük.

Fırıncıdan sonra kendisiyle neredeyse hiç anım olmayan başka bir bakkal vardı. Karşısında da Bulgar Spiro Amcanın Sütçü Dükkanı. Onun da evi dükkanının üstündeydi. Ama karısını hiç tanımamıştım. Sadece hekim bir oğlu olduğu söylenirdi. Dr. Lütikov, bir kalp uzmanı olarak babamı da muayene etmiş hatta sigarayı bile bıraktırmıştı. Bir dönem bu sütçü dükkanının müdavimi olmuştum. Bir kasenin içinde süt getiriliyordu. Bir tabak kaymak üzerinde vişne reçeli önüme konuyordu. Bunları büyük bir iştahla yiyor, para vermeden çıkıp gidiyordum. Hesabı daha sonra babam ödüyordu. Spiro Amca anılarımda, sakin, güleryüzlü efendi bir adam olarak kalmış.

Sütçü dükkanını hemen yanından aşağıya doğru Kovacılar Caddesi bulunuyordu. Eski ve uzun bir caddeydi. Vefa Lisesi'nin önünden geçerek Unkapanı'na ve Vefa’ya doğru uzanıyordu. Kenarında eski konaklar ve bir de mezarlık vardı. Bu konaklardan biri büyük ağabeyimin Ankara Devlet Konservatuvarı'nda hocası olan Mahmut Ragıp Gazimihal’e aitti. Ama evde genellikle orta yaşlı bir hanım otururdu. Hocanın evlatlığı olduğu ve bir rivayete göre bir atın çiftesini yediği söyleniyordu. Yüzünün görünümü nedeniyle "çenesiz" diye söz edilirdi bizim evde kendisinden. Zaten ismi de bilinmezdi. Akşam saatlerinde, aşağı taraftaki mezarlık nedeniyle, buradan geçerken içimi hep bir korku kaplardı.

Kovacılar Caddesinin başında, sütçü dükkanının karşısında İtfaiyeci Nuri Amca ile karısı Huriye Hanım otururlardı. Evde çok kalabalıktılar. Büyük oğulları Ahmet, sonra Celal, Cemal, Aynur, Aysel ve Gülseren. Galiba Ahmet, hanımın veya beyin ilk eşindendi. Minibüsü vardı. Bir defa Zeytinburnu hattında bana muavinlik bile yaptırmıştı. Pek başarılı olduğum söylenemez. Zaten çocukluk dönemimde, sadece bir gün gazete satmış, bir gün de eczacı çıraklığı yapmıştım. Bir de ilkokul öğretmenim Zeki Bey’in kitapçı dükkanında da bir gün çalışmıştım.

Mahalle Arkadaşlarım

En yakın iki arkadaşım vardı. Biri Serdar. Biraz kiloluydu. Ama kilosuyla ilgilenilmesinden hiç hoşlanmazdı. Bir polis memuru ile bir ev hanımının tek çocuğuydu. Bu yüzden özellikle annesi ona çok düşkündü. Aynı sokakta, 4-5 ev ileride oturuyordu. O sokağın açıldığı diğer bir sokakta da ikinci arkadaşım Ahmet. Onun oturduğu evle Serdar'ın oturduğu ev birbirine çok yakındı. Ahmet’in iki tane ablası bir de erkek kardeşi vardı. Babası Sultanhamam civarında bir handa çay ocağı işletiyordu. Bu yüzden bizim evde Ahmet’in gerek kardeşlerinden gerekse annesinden Kahvecinin çocukları, karısı diye bahsedilirdi. Serdar ve Ahmet’le olan yakın arkadaşlığım ilkokul yıllarında yoğundu. Ortaokul yıllarında azaldı. Ben Kuleli’ye başladıktan sonra onların yerini yine mahallemizden olan ikisi de Kuleli’de benden önceki sınıflarda okuyan Münir ile Hüseyin aldı. İkisi de daha sonraki yıllarda subay çıktılar. Ancak Akademiyi kazanamadılar. Ama buna rağmen daha zorunu başarıp, biri istihkam sınıfından, biri de piyade sınıfından general oldular. Tuğgeneral rütbesinden de emekli oldular.

7 Eylül 2016 Çarşamba

Merhaba ve Önsöz

Küçük Alim
Yaşamımdan bazı örnekleri ve deneyimleri paylaşmak istedim. Bu nedenle başladım oturup yazmaya. Şu anda, bakıyorum da, ailemde ve yakın çevremde geçmişte olanı biteni bilen çok az kişi kalmış. Babam, annem, ağabeylerim, ablam, hiç biri yoklar. Bu durum, bana hüzün verdiği kadar, yaşadıklarımı ve bildiklerimi benden sonrakilere aktarma sorumluluğunu da verdi. İşte bunun için kaleme alıyorum bu satırları.

Anılarımda, kişisel yaşam öykümün yanı sıra, son 60 senenin bizzat yakından şahit olduğum bazı önemli olaylarına da değineceğim.

Geçenlerde, bir arkadaşı, eşime aşağıdaki satırları göndermişti. Hoşuma gitti. Bu sözlerle başlıyorum ben de anılarımı yazmaya.
Doğarken bindiğimiz trende anne ve babamızla tanıştık. O zamanlar onların hep bizimle seyahat edeceklerini sanıyorduk. Oysa onlar istasyonun birinde trenden ineceklerdi ve bizi yolculuğumuzda yalnız bırakacaklardı. Zamanla trene başkaları da bindi ve bizim için önemliydiler. Kardeşlerimiz, arkadaşlarımız, çocuklarımız, hatta hayatımızın aşkı. Birçoğu indiler, hem de arkalarında kalıcı bir boşluk bırakarak. Kimisinin de eksikliği fark edilmez oldu, yerlerinin boşluğunu bile fark edemedik.

Bu tren yolculuğu neşe, keder, hayaller, beklentiler, merhabalar, ve vedalarla doludur. Burada başarı, tüm yolcularla iyi ilişkiler içinde olmaktır. Bunun için de elimizden gelenin en iyisini yapmalıyız. Ancak, hepimizin karşı karşıya olduğu bir bilinmezlik var. Hiç birimiz hangi istasyonda ineceğimizi bilmiyoruz. İşte bunun içindir ki, en iyi şekilde yaşamalı, en iyi şekilde sevmeli, affetmeli, olduğumuzun en iyisini yansıtmalıyız. Burası çok önemli, çünkü trenden inip de yerlerimizi boş bırakacağımızda, yaşam treninde yolculuğa devam edeceklerde güzel anılar bırakmalıyız.

Öyleyse yaşam treninde size iyi yolculuklar diliyorum. Çok sevgi verin, başarı biçin. Son olarak da trende benimle birlikte yolculuk yapacağınız için her birinize teşekkür ediyorum.
Ha unutmadan! Şahsen, trenden bu yakınlarda inmeye hiç niyetim yok. Yine de ola ki indim, sizinle seyahat bir zevkti, iyi ki binmişsiniz.

R. Alim Gürerk
Ankara ve Kuşadası, 2016