AYŞE İLE KEMAL'İN HAZİN AŞK MASALI
Ayşe,
güneşli ve güzel bir Mayıs sabahında, Yeşilköy Havaalanı’ndan Paris’e gitmek
üzere kalkan uçaktaydı. Üzerinde, kendi tasarımı olan vişneçürüğü renginde bir
döpiyes ve içinde beyaz renkli bir bluz vardı. Boynuna, döpiyesinin renginde,
siyah minik puanlı bir fular bağlamıştı. Oldukça şıktı. Adeta göz kamaştırıyordu.
Uçuş direkt değildi. Münih Havaalanı’nda aktarma yapılacaktı. Neredeyse altı
yedi saatlik bir yol vardı önünde.
Bir
ara gözlerini kapatmış, geride kalan günleri düşünüyordu. Kısa zamanda neler
yaşamıştı. Okul yaşamı uzun sürmemişti. Babasını erken yaşta kaybetmişti. Çok küçük yaşta, neredeyse çocuk sayılacak bir
yaşta, annesi onu, tanıdığı bir ünlü bir modacının yanında işe vermişti. Henüz on sekiz yaşına yeni
bastığı günlerde uzaktan bir akraba olan ve bir süredir Ayşe’nin peşinde olan Mustafa
hem kendisine hem annesine durmadan pahalı hediyeler getirip duruyordu. Her
fırsatı değerlendiriyor, üçü beraber yemeğe, sinemaya, tiyatroya gidiyorlardı. Özellikle
Ayşe’nin annesinin gözünü boyamakta Mustafa oldukça başarılıydı. Sonunda bitmez
tükenmez bir çaba ile anne ve kızını evliliğe razı etmişti. Bu evliliğin gerçekleşmesinde,
Ayşe’nin babasız bir kız olması da çok etkili olmuştu.
Bunları
düşünürken uykuya dalmıştı. Birden hafif bir ses duydu. Gözlerini açtı. Başında
güler yüzlü bir hostes durmuş soruyordu.
“Hanımefendi
ne içersiniz?’
“Çay
lütfen”
Hostes,
çok kibar bir şekilde “Tabii efendim.” diyerek çayı bardağa koyarken, o esnada
türbülansa giren uçağın sallanmasıyla, çay Ayşe’nin güzelim kıyafetine döküldü.
O da çığlığı bastı. “Ne yaptınız, dikkatli olsanıza” diyerek hışımla ayağa
kalktı ve yüksek sesle ağlayarak tuvaletin yolunu tuttu.
Uçak
çok kısa süren türbülanstan çıkmış ama yolcuların duyduğu korku henüz geçmemişti. Ayşe’nin hıçkıra hıçkıra ağlayarak koridordan koşarak tuvalete
gitmesi, yolcuları da oldukça germişti.
Bir
süre sonra sakin bir şekilde yerine geldi. Ağladığı belliydi. O sırada pilotun
anonsu da duyulmuştu. “Münih Havaalanı’na inmek için alçalmaya başlıyoruz.
Lütfen kemerlerinizi bağlayın.”
Ayşe koltuğuna oturdu. Yanındaki koltukta oturan kadın “Geçmiş olsun kızım, üzülme!”
diyerek onu teselli etmeye çalıştı. Ayşe cevap vermedi. Beyaz bluzunda ve
ceketinde büyükçe bir leke oluşmuştu. Belli ki tuvalette lekeyi silmeye
çalışmıştı. Ancak bunun işe yaramadığı görülüyordu. Bayağı büyümüştü leke.
Birkaç dakika sonra uçak tekerleklerini piste koydu. Bir müddet sonra havalimanı
binasının önünde park etti. Ayşe pencereden uçağın merdiveninin
yanaştırıldığını görebiliyordu.
Ayağa
kalkarken hostes yanına geldi “Hanımefendi, Kemal Kaptan yerinizde kalmanızı
rica ediyor. Kendisi sizinle görüşmek istiyor. İki buçuk saat kadar buradayız.
Sonra tekrar havalanacağız. Merak etmeyin inip havaalanı binasında dolaşabilir,
alışveriş yapabilirsiniz.”
Ayşe
“Peki, o halde.” dedi. Uçaktaki altmış kadar yolcunun çoğu inmişti. O esnada
pilot kapısının açıldığını, kapıdan uzun boylu, esmer, geniş omuzlu, üniformalı
bir adamın kendine doğru yaklaştığını gördü. Adam onun koltuğuna elini koyup
ve ona doğru hafifçe eğilerek “Geçmiş olsun Hanımefendi, hostes hanım durumu
anlattı. Onun adına ve havayolumuz adına ben sizden özür dilerim. Sizi davet
etsem acaba kabul eder misiniz? Hem birlikte bir kahve içer hem de mağazadan
üstünüze beğendiğiniz bir kıyafeti almanıza yardımcı olabilirim.” dedi.
Ayşe
mahcup olmuş, yanakları kızararak “Teşekkür ederim. Zahmet etmeyin.”
diyebilmişti zar zor. Adam o kadar yakışıklıydı ki doğru düzgün yüzüne bile
bakamamıştı. “Rica ederim, zahmet olur mu? Zevk duyarım, lütfen kabul edin.
Alışverişinizin faturası da tarafımızdan ödenecektir. Bu bizim şirketimizin bir
özür dilemesi olacaktır.”
Ayşe
kalkarken, kaptan elini uzatıp ona yardımcı olmak istedi. Ama O, eli görmezden
geldi. Kalbi gümbür gümbür atarken ön koltuktan kuvvet alıp kalktı. Koridoru
geçip uçak kapısından çıktılar. Merdivenlerden birlikte indiler. Bekleme
salonu pek uzak değildi. Beraber yürümeye başladılar.
Saat
öğleye gelmiş, güneş iyice ısıtmıştı ortalığı. Ayşe çantasından güneş
gözlüğünü çıkarıp taktı. Kaptan da gözlüğünü taktı. Ayşe’ye dönüp, gözlüğün
yakışmış olduğunu belirten bir bakış attı. Gözlerindeki bakış, size çok yakışıyor
der gibiydi. Ayşe çekingen bir bakışla teşekkür etti.
Bekleme
salonu çok kalabalık değildi. Önce bir mağazaya girdiler. Kaptanın ısrarıyla
bir bluz aldı Ayşe. Sonra misafir havayolu pilotları için ayrılmış, zevkle
döşenmiş, kırmızı koltuklu küçük bir salona girdiler beraberce.
Kemal
Kaptan kahve makinesinden iki fincan kahve alıp Ayşe’ye “Süt alır mısınız?”
diye sordu. “Evet, lütfen.” cevabını alınca küçük süt fincanını ve iki fincan
kahveyi tepsiyle getirdi. Ardından koyu bir sohbet başladı. Daha doğrusu Kemal
Kaptan konuşuyor Ayşe dinliyor, arada bir "evet, hayır" diyordu.
Daha
sonra o da yavaşça, kısık sesle ve mahcup bir şekilde konuşmaya başlamıştı.
İstanbullu olduğunu, Nişantaşı civarında kendisine ait bir terzi atölyesi
bulunduğunu söyledi. Kemal’in bakışındaki meraklı ifadeyi görünce,
Kurtuluş’tan Nişantaşı’na doğru diye ilave etti. Bu arada yirmi altı yaşında
olduğunu ağzından kaçırıverdi. Kemal “A, öyle mi, sevindim ben sizi yirmi-
yirmi bir yaşında tahmin etmiştim. Ben de otuz dört yaşındayım.”
O
da İstanbulluydu. Hava Kuvvetleri’nden mecburi hizmet bitiminde yüzbaşı
rütbesiyle ayrılmıştı. Dört yıldır THY’de pilottu. Bu uçuş, onun ilk kez kaptan pilot olarak uçuşuydu.
Sohbet
çok güzeldi. Ama yolcu yolunda gerekti. Kalktılar. Geldikleri yolu takip
ederek uçak merdiveninin yanına vardılar. Merdivenin başında ikinci pilot Sami
duruyordu. Sanki yüzünde sıkıntılı bir ifade vardı. Kemal Kaptan, Sami’nin
kolundan tutup onu kenara çekti. “Ne oldu? Bir şey mi var?” diye sordu. Sami
biraz heyecanlıydı.
“Yo,
Kaptanım, yakıt ikmali tamam. Sadece motorlardan biri rölantide iken arka
kanat göstergelerinde ikaz yanıyor. Ona canım sıkıldı. Alan Teknik Ekibi ’ne
bildirdim. Geliyorlar.”
Birkaç
dakika sonra üzerinde dönen lambasıyla turuncu bir minibüs yaklaştı, üstünde
“Flugtechnik-Uçuş Teknik” yazılıydı. İçinden turuncu tulumlarıyla üç görevli
indi. İkinci pilot onlara durumu anlatmaya başladı. Teknik ekip hemen sorunla
ilgilenmeye başladılar.
Görevli
Almanlar aralarında zaman zaman yüksek sesle konuşuyorlar, tartışıyorlardı.
Ancak henüz teşhiste anlaşamadıkları belli oluyordu. Önce bir görevli kokpitte
diğer ikisi de kuyrukta araştırma yapıyorlardı. Sonra biri daha kokpite gitti.
Ortalık biraz sakinleşmişti. Kemal Kaptan, yardımcısı Sami’ye dönüp “Nedir
durum?” diye sordu.
“Bir
başka görevliye telsizle haber verdiler, onu bekliyorlar.”
Biraz
sonra bir otomobil geldi. İçinden inen adamın üzerinde tulum yoktu. Konuşmaya
başladılar. Hem de uzun uzun. Arada sadece yeni gelenin hayret ifadesi içinde
“ach soooo, aacchhh sssooo” (ah zo, ah zo, öyle mi ha öyle mii?) diye
söylendiği duyuluyordu.
Bütün
bunlar olurken uçağın içinde bekleyen yolcularda aşağıya inmişlerdi. Güneşin
yakıcılığı yavaş yavaş azalmaktaydı. Hostesler de aşağıya inmiş, yolculara
içecek dağıtıyorlardı. Bazı meraklı yolcular da Kemal Kaptan’ın yanına gelip
“Ne olacak ne zaman hareket ederiz?” gibi sorular soruyorlardı. İçlerinden biri
çekinerek de olsa can alıcı soruyu sordu.
“Bugün
arıza giderilmezse geceyi nerede geçireceğiz Kaptan?”
“Merak
etmeyin, problem yok, her şey kontrolümüz altında.” diye ağzının içinde
mırıldanıyordu. Birden gözü ilerde tek başına, olup biteni izleyen Ayşe’ye takıldı.
Derin bir nefes aldı. “Şimdi sırası değil, önce şu tamir bir bitsin” diye kendi
kendine söylendi.
Saat
oldukça ilerlemişti. Türkiye ile henüz iletişime geçip durumu
bildirmemişlerdi. Kaptan Kemal, ikinci pilot Sami’ye, “Ben Alan Müdürlüğü’ne
gidip, İstanbul ile konuşmaya çalışacağım.” dedi. Biraz önce otomobil ile
gelen Alman’a İngilizce olarak durumu anlattı. “Tamam, ben de geliyorum. Zaten
bizim yapabileceğimiz bir müdahale yok gibi görünüyor.” dedi Alman.
Birlikte
arabaya bindiler. Kemal, kendisini merak ve endişe dolu gözlerle takip eden Ayşe’ye
gülümseyerek “Merak edilecek bir şey yok, tekrar döneceğim.” dercesine bir
işaret çaktı.
Kemal’in
İstanbul ile irtibat kurması neredeyse iki saate yakın sürdü. Üstelik özel
hattan konuşuyordu. THY’nin Seyrüsefer Genel Müdürü ve yardımcısına durumu
anlattı. Geçmiş olsun demek akıllarına bile gelmeden soru üstüne soru
sordular. Anlaşılan oydu ki yeni bir uçak göndermeleri mümkün görünmüyordu.
Onarımın bir an önce tamamlanıp emniyetli bir şekilde yola devam edilmesi en
uygun çözüm olarak görülmüştü.
Kemal
Kaptan hazır telefon elindeyken, görevliden havaalanının anlaşmalı otelini ve
numarasını sordu. Görevli “ben bağlayayım” dedi. Alanın çok yakınında bir
oteldi aradığı yer, adı Park Otel’di.
Park
Otel’in resepsiyon görevlisi kadının İngilizcesi pek iyi değildi. Yetmiş
kişilik yer isteyince sevinsin mi üzülsün mü şaşırmıştı. Çünkü otelin yatak
kapasitesi yüz kişilik idi. Toplam elli odasının on beşi doluydu. Otuz beş
odanın tamamını kapattı. Kıza ayrıca ricada bulundu.
“Lütfen,
otel personelinin kaldığı odalardan da tasarruf etmeye gayret edin.”
“Bakarız.”
dedi kız. Hemen otelin patronunu aramak için dâhili telefona sarıldı.
Kemal
Kaptan tekrar uçağın yanına geldi. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı.
Yolculara hitaben bir konuşma yaparak teknik bir arıza nedeniyle uçuşun
gerçekleşemediği, gerek duyulan bir parça beklendiği, muhtemelen yarın öğleden
sonra arızanın giderilebileceğini ve ardından Paris’e hareket edileceğini
anlattı. “Bu gece sizi şu ileride yeşillikler içinde gördüğünüz Park Otel’de
misafir edeceğiz. Akşam yemeği ve sabah kahvaltısını da birlikte yapacağız.
Tekrar, elde olmayan nedenlerle doğan bu gecikme için özür dileriz. Arzu
edenler bagajdan eşyalarını alabilir. Almayanların eşyaları emniyet altında
olacaktır. Merak etmeyiniz.”
Ertesi
gün Paris’te önemli toplantısı olan bir iş adamı dışında pek üzülen veya bu
duruma içerleyen yok gibiydi. Hatta bazıları Almanya’da yemeğe ve otele para
ödemeden fazladan bir gece geçirecekleri için memnun bile olmuşlardı.
Gece
gayet güzel başlamıştı. Herkese uygun bir oda ve yatak bulunmuştu. Otelin yemek
salonunda masaları doldurdular. Aşçı, otelde çalışan bir Türk kadının
tarifleriyle güzel yemekler hazırlamıştı. Yemekten sonra kimse odasına gitmek
niyetinde değildi. Önce yan yana oturanlar arasında ikili, sonra topluca
sohbet, fıkra, anı anlatmalar derken şarkılar söylenmeye başlandı. Gruptakiler,
sanki gurbet ellerde uçakları arızalanan bir insan topluluğu değil de yurt
dışına turistik gezi yapan keyifli bir turist kafilesi görünümündeydi.
Artık
saat gece yarısını bulmuştu. Kemal Kaptan ayağa kalktı. Hem iyi geceler dileyip
geceyi sonlandırmak hem de otel görevlilerine teşekkür etmek istiyordu. Birden,
Kemal’in ayağa kalktığını gören gruptakiler sanki anlaşmış gibi, el çırpıp
tempo tutarak “Şarkı isteriz” diye koro halinde bağırmaya başladı. İçilen
şarapların etkisi ve ortalıktaki sigara dumanıyla ortam bir gece kulübüne
dönmüştü neredeyse.
Kemal
Kaptan şaşırdı. Yok, falan demek istedi. Fakat neşeli kalabalığın bu nazlanmayı
kabul etmeye niyeti yoktu. Sadece bir kadeh şarap içmiş olan Ayşe bile
yüksek sesle bu koroya katılmıştı “Söyle, söyle!.”
Kemal’in
şaşkınlığı devam ediyordu. Durdu, durdu. İstek artarak devam ediyordu.
Yapabileceği başka bir şey yoktu. Söylemeye başladı.
Ben
de gönül çektim eskiden,
Yandı
hayatım bu sevgiden,
Anladım
ki bir aşka bedel,
Gençliğimmiş
elimden giden,
Onunla
beraber yolcular da neşe içinde şarkıyı söylemeye başlamışlardı.
“Önünde
ben geldim de dize,
Yar
olmadı bu kimse bize,
En
nihayet düşüp can verdim,
Gözündeki
yeşil denize...
Gruptakiler
iyice keyiflenmişlerdi. Hatta bir çift dans etmeye başlamıştı bile. Onları iki
çift daha takip etti.
Sarmadımsa
da belden, geçmedim bu emelden,
Bir
hazin maceradır onu aldılar elden,
Başkasına
yâr oldu, eller bahtiyar oldu,
Gönlüm
hep baştanbaşa viran bir diyar oldu.
Artık
Kemal, bayağı değme bir solist gibi şarkının sözlerine uygun el kol
hareketleri yapmaya başlamıştı.
Mazi
kalbimde bir yaradır
Bahtım
saçlarımdan karadır,
Beni
zaman zaman ağlatan,
İşte
bu hazin hatıradır.
Ne
göğsünde uyuttu beni,
Ne
bûseyle avuttu beni,
Geçti
ardından uzun yıllar,
O
kadın da unuttu beni.
Kemal
bu tangoyu severdi. Topluluğun neredeyse tamamının çok bilinen bu şarkıya
eşlik etmesi onu bayağı coşturmuştu.
Dinle
sevgili dinle,
Çok
zaman var yalnızım,
Kırıldı
artık sazım,
Şimdi
kalbimi dinle...
Unutulsa
sevdalar ve tatlı hatıralar,
Senin
için hep ağlar...
Gece
büyük bir keyifle bir süre daha devam etti. Şarkının sonunda "bir daha, bir daha" diye tempo tutulmasına karşılık, Kemal gülümseyerek “İyi geceler.” dedi ve arkasına
bile bakmadan hızlı adımlarla merdivenlere doğru yürüdü.
Onun
hemen ardından herkes odasına çekildi. Kemal kendi odasına gitti, Ayşe ise
uçakta yanında oturan kadın ile aynı odada yataklarına uzandılar.
Tüm
yolcular ertesi sabah erkenden uyanmışlardı. Kalktılar, salona indiler. Hep beraber
kahvaltı ettiler. Uçağın hostesleri ve ikinci kaptanı önceden kahvaltılarını
yapıp uçağa gitmişlerdi. Kemal Kaptan ve yolcular hep beraber yürüyerek uçağın
yanına kadar geldiler. Herkes keyifliydi. Hatta aralarından biri dün geceki
şarkıyı söylüyordu.
İkinci
pilot ve bir hostes de uçağın yanında idiler. Biraz sonra Teknik Destek
Ekibi’nin aracı ve onu takip eden bir de kamyon geldi. Bu defa daha
kalabalıklardı. Kamyondan bazı parçalar indirildi. Yüzlerdeki ifadelere göre
işler yolunda gibiydi. Nitekim daha öğlen olmadan arızanın giderildiği müjdesi
yayıldı. Çoğu uçağın çevresinde yürüyen, sohbet eden yolcular, haberi duyunca
alkış tutarak sevinçlerini ortaya koydular.
Kaptan
yolculara hitap ederek “Her şey yolunda, ancak uçakta ikram edilebilecek
yiyecekler bozulmuş olabilir. İsterseniz otelde öğle yemeği ikram edelim.
İsterseniz yola koyulalım”.
Grubu
oluşturan yolcular kendi aralarında kısaca görüştükten sonra yola çıkmayı arzu
ettiklerini söylediler. Fazla vakit kaybetmeden herkes yerlerine geçti. Kaptan
her zamanki kalkış anonsunu yapmaya başladı. Paris’teki hava durumunu ve
yolculuğun elli dakika kadar süreceğini söyledikten sonra havalandılar.
Münih-Paris
arası uzak bir mesafe sayılmazdı. Uçak Paris Havaalanı’na doğru süzülürken, Ayşe’nin
gördüğü filmlerden ve okuduğu kitaplardan tanıdığı, Sen Nehri ve Eiffel Kulesi,
aşağıdan sanki kendisine el sallıyor gibiydi.
Yolculuk
bir saatten az sürmüştü. İnerken pilot kabinin kapısında yolculara veda eden
Kemal Kaptan, Ayşe’nin elini tutup “Bir şeye ihtiyacınız var mı?” diye sordu. Ayşe
teşekkür etti. Yanakları yine kızarmıştı.
Kader
mi, rastlantı mı bilinmez ama havaalanının çıkışında Ayşe oteline nasıl
gitmesi gerektiğini düşünürken, önünde duran bir taksinin arka camı açıldı.
Kaptan Kemal’di. “Haydi, buyurun gelin, gideceğiniz yere sizi bırakalım.” Ayşe
kabul etti. Kemal taksinin kapısını içeriden açmıştı bile. Ayşe yanına oturdu.
Otelin ismini taksi şoförüne verdiler.
Yolculuk
esnasında biraz daha konuştular. Otele geldiler. Şanzelize’ye açılan dar bir
sokak arasında küçük, şirin ve oldukça eski tarihi bir oteldi.
Kemal’in
de yardımıyla Ayşe resepsiyon görevlisinden oda anahtarını aldı. Valizi küçük
sayılmazdı. Odası üçüncü kattaydı. Asansörün kapısına geldiler. Ayşe artık
orada vedalaşmak istiyordu. Kemal’e kalsa onu odasına kadar götürecekti. Bir
de baktılar ki asansör kutu gibi minicik bir kabinden ibaretti. Ayşe ve
bavulunun dışında başka ne bir insan ne de bir eşya girecek gibi değildi.
Aslında durumun açıklaması kabinin camında yazılıydı.
“Une
personne avec une valise - sadece bir kişi ve bir valiz” taşımak için”
Birbirlerine
bakıp gülüştüler. Kemal’in “sizi tekrar görebilir miyim?” sözünü duymadan
asansör hareket etmişti bile. Ayşe odasına yerleşti. Görmek istediği ilk
gösteri ertesi akşamdı. Defile Paris Palais Galleria’da yapılacaktı. Bu
bilgileri, İstanbul’a ancak bir hafta sonra ve de az sayıda gelebilen
dergilerden elde ediyordu.
“Elle ve Paris Match” takip ettiği dergilerdi. Yarınki defilenin sahibi Fransa’nın en büyük modacısı, tasarımcıların kralı denilen Christian Dior idi. Yine bir yerde okumuştu, bu defileyi geçen yıl henüz kraliçe tacını giymemişken, Kraliçe Elizabeth de bir Fransa ziyareti esnasında vakit bulup izlemişti.
Ertesi
sabah 10.00 sularında odanın telefonu çaldı Ayşe uyanalı çok olmuştu. Odada
vakit geçiriyordu. Telefonu açtı.
”Günaydın,
ben Kemal, rahatsız etmedim ya?” diyordu karşıdaki ses. Ayşe çok şaşırmıştı.
”
Günaydın, rica ederim. Uyumuyordum.”
“Size
telefon edinceye kadar resepsiyondaki bayanı çok zor ikna edebildim.
Aşağıdayım, bekliyorum” dedi Kemal.
Ayşe
çok bekletmeden hemen aşağıya indi.
Kemal
“İsterseniz çıkalım, dışarıda güzel bir hava var, bir yerde oturup kahve
içeriz.” dedi.
Otelin bulunduğu sokağın sonundaki geniş Şanzelize Bulvarına çıktılaar. Bulvarı gölgeleyen
at kestaneleri bembeyaz açmıştı. Cadde boyunca, araç ve insan trafiğini
izleyerek keyifle yürümeye başladılar. Kaldırımlarda art arda sıralanmış
kafelerden birine girip kırmızı siyah pötikareli bir masa örtüsü ve cam bir
vazosunda bir kırmızı gül bulunan küçük bir masanın iskemlelerine oturdular.
Önce
yol kenarındaki at kestaneleri üzerine konu açıldı. Bu arada kahve ve kruvasan
söyledi Kemal. Yolculukta yaşanan arızadan ötürü uçağın Paris Havalimanı’nda
büyük bir bakıma alındığını, dolayısıyla onarım bitinceye kadar hem kendisinin
hem de diğer uçuş ekibinin bekleyeceklerini, yolculardan gruptan ayrılıp kendi
imkânlarıyla gitmek isteyenlere de yardımcı olacaklarını söyledi. İstanbul’dan
aldıkları talimat böyleydi.
Sonra
yine havadan sudan konuştular. Yine daha çok konuşan Kemal idi. Kendisinden
bahsetmeye başlamıştı. Ailesi İstanbul’un yerlisiydi. Babası, Deniz Yolları’nın
en büyük yolcu gemisi olan Ankara’nın uzun yıllar süvarisi olarak görev
yaptıktan sonra emekli olmuştu. Annesi eski bir revü oyuncusuyken, evlendikten
sonra evinin kadını olmuştu. Kemal’in bir de kendinden üç yaş büyük bir ablası
vardı. Hiç evlenmemişti. Ayşe, Kemal’in evli olup olmadığını önce aklından
geçirmiş, sonra hemen bu düşünceyi kafasından atmıştı. Bir süre sonra
kalktılar. Yürüyüp konuşurlarken vitrinlere de bakıyorlardı. Kemal eski
gezilerinden bildiği bazı ünlü mağazalar hakkında açıklamalar bile yapıyordu.
Bir süre sonra akşam defilenin yapıldığı Paris Palais Galleria‘yı buldular.
Gişenin camına yapıştırılmış duyuruda, defilenin saat 20.00 de başlayacağı ve hiç yer kalmadığı yazılıydı.
“Benim
bir programım yok. İsterseniz defile saatine kadar birlikte zaman
geçirebiliriz.” dedi Kemal.
Ayşe
aslında Mona Lisa tablosunu çok merak ediyordu. Daha söyler söylemez “Hemen”
dedi Kemal. Louvre Müzesi buraya oldukça yakın. Yürümeye başladılar.
Müze
tenhaydı. Ayşe, özellikle görmeyi çok merak ettiği, Leonardo da Vinci’nin
tablosu Mona Lisa’yı uzun uzun seyretti. Sonunda, bu resim nasıl oluyor da bu
kadar ünlü oluyor diye düşünmedi de değil.
Müzeden
sonra bir taksiye bindiler. Uzun bir yürüyüşten sonra bayağı yorulmuşlardı.
Kemal’e kalsa yürüyüşün bitmesini istemezdi. Otelin önünde vedalaştılar.
Kemal
aynı taksiyle devam etti. Ayşe arkasından el salladıktan ve taksi gözden
kaybolduktan sonra oteline girdi. Defile saatine kadar daha oldukça zaman
vardı. Kendini yatağın üzerine bıraktı. Gözlerini kapattı. Kemal’i düşünmeye
başladı. Uykuya dalmıştı bir süre sonra. Gözlerini açtığında büyük bir
heyecanla duvardaki saate baktı.
“Oh çok şükür daha erkenmiş” diyerek rahatladı. Hazırlandı ve otelden çıktı. Yürüyerek gidecekti, Paris’in bu akşamüstü saatleri de güzel olmalıydı. Concorde Meydanı’na doğru yürümek kolaydı zaten. Bu defa caddenin diğer tarafındaki kaldırımdan yürümeyi seçti.
Caddenin bu tarafında da çok keyifli kafe ve restoranlar sıralanmıştı. Oturanların birçoğunun gözlerinin kendi üzerinde olduğunun farkındaydı. Defilenin yapılacağı salona ulaştı, davetiyesi kontrol edildikten sonr, görevli bir genç kızın gösterdiği yere oturdu.
Podyumun
çevresine dört-beş sıra koltuk konmuştu. Defilenin başlamasına daha yarım
saatten fazla bir zaman vardı. Salon neredeyse dolmuştu. Ayşe “Bakalım duyduklarım
ve okuduklarım gibi, modanın kalbinin attığı yer gerçekten Paris miymiş?” diye
düşünüp, merak ve heyecan içinde beklemeye başladı.
Önce sahneye çok şık bir kıyafetle çıkan sunucu kadın açılış konuşmasını yaptı. Defilede yer alacak kıyafetlerin tamamının sadece Christian Dior tasarımı olmayacağını, özellikle gelecek vaat eden bazı genç tasarımcıların elbiselerinin de sergileneceğini belirtti
. Ayrıca, izleyiciler arasında bulunan genç film
yıldızı Brigitte Bardot ve ünlü erkek oyuncu Jean Gabin ve eşini selamladıktan
sonra tüm misafirlere “Hoş geldiniz.” dedi. Brigitte Bardot’nun isminin anonsu
ile birlikte salonda büyük bir alkış koptu. Bu müthiş alkışlar, henüz çok genç
yaştaki Fransız kadın oyuncunun, dünya sinemalarında kısa sürede yakaladığı
büyük başarıyı, çok daha yukarılara taşıyacağının habercisi gibiydi.
Ayşe iki saat kadar süren defile boyunca yeryüzünde değil, sanki bulutların üzerindeydi. Birbirinden güzel genç mankenleri, üzerlerindeki muhteşem kıyafetler ile, akıl almaz koreografilerde izlerken. “Aman Allah’ım rüyada mıyım ben?” diye yüreği yerinden çıkacakmış gibi bir heyecan ve mutluluk duyuyordu. Bir taksiyle otele döndü.
Ertesi sabah yine aynı saatlerde odasının telefonu
çaldı, Kemal arıyordu, aşağıda beklediğini söyledi. Ayşe hemen hazırlandı.
Dudaklarındaki hafif pembe renkli rujdan başka makyaj yapmamıştı. Yine de çok
güzel görünüyordu. Aynada gördüğü halinden gayet memnun bir şekilde asansöre
yöneldi. Kemal salonun köşesindeki kanepede oturuyordu. Selamlaştılar.
Ayşe
onun karşısındaki tek koltuğa oturdu. Kemal hemen söze girdi “Uçağımızın bakım ve
onarım, muhtemelen kısa sürede tamamlanıyor. Muhtemelen yarın öğleden sonra ülkemize döneceğiz.
Bunu bildirmek ve veda etmek için geldim. Eğer başka programınız yoksa sizi bu
akşam yemeğe davet etmek istiyorum. Kabul ederseniz mutlu olurum.” derken
oldukça üzgün görünüyordu.
“Bu
akşam defile yok zaten.” diye düşündü Ayşe, “Peki” dedi.
Akşama
doğru Kemal geldi. Birkaç gündür üzerinden inmediği kiralık motoruyla gelmişti.
Kemal, arkasına bindirdiği Ayşe ile Şanzelize Bulvarı’ndan ve Concorde
Meydanı’ndan geçerek Sen Nehri kıyısına ulaştı. Ayşe yolda bir yandan
etrafı seyrediyor bir taraftan da geçen yı, İsanbul'dal Elhamra Sineması’nda izlediği "Roma
Tatili" filminde gördüğü sahneleri düşünüyor, benzer yerler olup
olmadığını araştırıyordu. Nedense şu an gördüğü yerler ona o filmi
hatırlatmıştı.
Nehir
kenarındaki bir oto parka motorlarını bıraktıktan sonra rıhtımdaki rengârenk
bir tekneye bindiler. Daha sonra bu teknelere “Bataix Mouche” dendiğini,
özellikle erkeklerin teknede kravat takmanın zorunlu olduğu, yemekli ve
müzikli Paris Sen Nehri Gezisi için tasarlandıklarını öğrendi.
Teknenin
arka tarafında, üzeri açık bölümde bir yere oturdular. Tekne birazdan hareket
etti. Etraf ışıklar içindeydi. Biraz ilerde Eiffel Kulesi bütün ihtişamıyla
sanki onlara göz kırpmaya başlamıştı.
Yemeklerini
seçtiler. Kemal güzel bir kırmızı şarap söyledi. Fransız şaraplarının ününü ve
özellikle "Bordeaux" olanların kaliteli olduğunu ikisi de biliyordu. Onlar yemeklerini
yerken ortada, biri viyolonsel ikisi keman çalan üç genç kadın, hafif melodiler
seslendiriyor, ortama çok hoş bir hava veriyorlardı. Kısacası tam bir romantik
Paris gecesiydi ve Kemal galiba âşık olmuştu.
Tekne,
iki saat süreceği belirtilen gezinin yarısında, geri dönüş için manevra yaptı.
Başlangıç noktasına doğru yine aynı hızda, nazlı nazlı yol alarak ilerlemeye
devam ediyordu. Varış iskelesine yaklaşılırken yanlarındaki bir Fransız çift
onlara, bu Notre Damme, bu Bastille, bu Parlamento diyerek Paris’in dünyaca
ünlü önemli yapılarını gösteriyorlardı.
Her
şeyin sonu olduğu gibi bu rüya gezi de bitti, otele geldiler. Kapının önünde
durdular. Bir müddet birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Bir daha nerede,
ne zaman birbirlerini görebileceklerini bilemeden ayrılıyorlardı. Ayşea birden
atılarak Kemal’in yanağına minik bir teşekkür öpücüğü kondurdu. Koşarak
otelden içeri girdi sonra. Gözleri yaşla dolmuştu. Ertesi gün Kemal uçakla
dönmüş olmalıydı.
İki
gece sonra bir defile daha izledikten sonra Ayşe ‘de hafta sonu İstanbul’a
döndü. Çok mutluydu. Yüreğinde rengârenk kelebekler uçuşuyordu sanki. Artık
mesleğinde kendini üç beş yıl daha fazla deneyim sahibi olmuş bir usta
tasarımcı gibi hissetmeye başlamıştı.
Kemal
onu çok etkilemişti. Yakışıklıydı, kibardı ve en önemlisi kendisinden
hoşlandığı açıkça belliydi. Şimdi “Bir daha görüşebilecek miyiz?” sorusunu
aklından çıkaramıyordu. Kemal onun atölyesinin yerini biliyordu. İsterse
gelip onu kolayca bulabilirdi. Ama aradan uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen
Kemal’den hiç haber alamadı. Yoksa tüm o yaşananlar Paris’in büyüleyici ortamında
gelişen anlık duygular, gelip geçici hevesler miydi?
Aradan
aylar geçmişti. Bu uzun süre içinde Kemal’den hiç ses seda çıkmamıştı. Bu durum Ayşe’nin aklının ucundan bile geçmezdi. Çok kısa bir süre sonra buluşacaklarına
ve arkadaşlıklarını devam ettireceklerine o kadar inanıyordu ki hep ilk
karşılaşacakları günü hayal ederek heyecan ile bekliyordu. Ama günler, aylar geçti.
Kemal’den ne bir haber geldi ne de kendisi.
Artık
Ayşe, Kemal’i unutmaya başlamış, kendini tamamen işine vermişti. Bu arada
atölyesinin caddeye bakan kısmında önemli bir tadilat yaptırarak burasını şık
bir butik haline getirmişti. Hem butiğin hem de atölyenin duvarlarına,
Paris’teki defile resimleri asılmıştı. Özellikle caddeye bakan vitrindeki
büyük boy fotoğraf çok ilgi çekiyordu. Pano halindeki resmi Christian Dior,
“Sevgili Ayşe’ye” diye imzalamıştı. Resimde biri dünyaca ünlü diğeri ünlü adayı
iki terzi yan yanaydılar.
Aradan
birkaç ay daha geçmişti. Bir gün, dışarıda vitrinin önünde, camekândaki resme, adeta
kilitlenmiş gibi büyük bir dikkatle bamakta olan bir adam Ayşe’nin dikkatini çekti.
Ayşe, biraz daha dikkatle bakınca gördüğü kişi karşısında az daha bayılacaktı. Üzerinde kahverengi paltosu,
boynunda atkısı, eldiveni, fötr şapkasıyla duran adam Kemal’di.
Dışarıda
lapa lapa kar yağıyordu. Ayşe dışarda yağan kara ve soğuğa aldırmadan öylece
kapıyı açıp dışarı fırladı, “Kemal!” diye haykırdı. Doğru onun kollarına
atıldı. Birbirlerine sarıldılar. Yağan kar ikisinin de kaşlarında, göz
kenarlarında birikmeye başlamıştı hemen. “Hadi gel içeri girelim, üşümüşsündür.”
dedi, kar yağışı iyice artmıştı. İçeri girdiler.
Kemal, Paris’te Ayşe ile vedalaştıktan hemen sonraki gün, ikinci pilot Sami ve üç hostes ile birlikte, bir çarşamba günü bakım ve onarımdan çıkan uçak ile İstanbul’a dönmüştü. Aklında sürekli Ayşe vardı. Hep onu düşünüyordu. Birkaç gün sonra O da dönecekti, “Nasıl olsa gider, atölyesini bulurum.” diye kendini rahatlatıyordu.
THY’nin
uçuş trafiği, mevsimin de etkisiyle her geçen gün artıyordu. Daha döneli birkaç
gün olmamıştı ki uçuş listesinde ismini okumuştu. İstanbul-Ankara-Adana uçuşuna
gidecek ve dönecekti. Mürettebatı da neredeyse aynıydı. Sadece bir hostes
artırılmış dört olmuştu. Adının hizasında uçak tipi olarak bin saatin üzerinde
uçtuğu belirtilen, en son Paris seferinde arıza yapan uçakla aynı olan Dougles
DC-3 modeli yazıyordu.
Kemal
Kaptan yönetimindeki THY’nın ARK kodlu TK3434 sefer sayılı DC-3 tipi yolcu
uçağı, bir cumartesi günü Yeşilköy’den havalandıktan bir buçuk saat sonra Ankara
Esenboğa hava alanına sorunsuz bir uçuşla gelmiş, bir saatlik bir aradan sonra
yeniden havalanıp Adana’ya uçmuştu.
Dönüşte
Adana’dan Ankara’ya gelirken hava oldukça bozmuştu. Kalkalı henüz on dakika
olmadan uçak Ulukışla üzerinde simsiyah bulutlara girmişti ve bir türlü çıkamıyordu.
Şiddetle sarsılıyorlardı. Yolcular arasında da panik başlamıştı. Hostesler
yolcuları sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Kemal’in alnı ter içinde kalmıştı.
Yardımcısı Sami mendiliyle onun terlerini silmeye çabalıyordu ki birdenbire
gösterge tablosu tamamen kıpkırmızı oldu. Ana ikaz lambası dâhil neredeyse
lambaların tamamı kırmızıya dönmüştü. Bir ara bulutlar dağılır gibi olduğunda
Kemal korkunç bir tablo ile karşılaştı. Belli ki altimetre 3.000 fitteyken
bozulmuştu. Karşısında ağaçları ve akan bir dereyi gördü. Sonra her taraf
karardı.
Ertesi
günün gazeteleri, Torosların eteklerindeki Kurttepe mevkiinde meydana gelen uçak
kazasını yazıyordu. Haberlere göre uçağın parçaları çok geniş bir alana
yayılmıştı. Kazada, aralarında uçağın ikinci pilotunun da bulunduğu yirmi beş
kişinin hayatını kaybettiği yazılıydı. Ayrıca, uçağın kaptanının ve otuz üç
yolcunun yaralı olarak kazadan sağ çıktığı haberlerde yer alıyordu.
Kemal
bu olanları büyük bir üzüntüyle anlatıyordu. Ayşe’nin ikram ettiği kahvenin
ardından çay içmeye başlamıştı. Sıcak çay daha iyi gelmişti. Çayından bir yudum
aldı, bardağı sehpanın üzerine koydu, gözlerini kapadı ve Ayşe’nin elini
avucunun içine aldı. Çok kısık bir sesle anlatmaya devam etti. Kazadan sonra
kurtarma ekiplerinin kısa sürede olay yerine geldiklerini, kendisinin Adana
Devlet Hastanesi’ne götürüldüğünü, uzun süren koma halinden sonra aylarca yoğun
bakımda kaldığını, doktorların çok defa onun hayatından ümidi kesme noktasına
geldiklerini ve bütün bu olanları çok sonra öğrendiğini ilave etti.
Kazadan
sekiz ay sonra İstanbul’da bir özel hastanede normal hasta odasına alındığını
ama o sekiz ay boyunca yaşadıklarının tamamen belleğinden silindiğini anlattı
Kemal, bunları söylerken bazen Ayşe’nin elini iyice sıkıyordu. Ayşe ise
ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
Kemal,
Ayşe’ye âşık olduğunu daha Paris’te iken fark etmişti. Şimdi âşık olduğunu
itiraf etme sırası Ayşe’de idi. Kemal’in elini iyice sıktı ve onun üşümüş parmaklarını
dudaklarına götürerek öptü.
“Senin
bu kazadan hiç haberin olmadı mı?” diye sordu Kemal. Ayşe büyük bir üzüntü ile
cevap verdi. “Sen gittikten sonra, ben hafta sonunu da Paris’te geçirdim. Uçak
biletim bir haftalık gidiş-dönüştü. Geldikten sonra da grip oldum. Annem
yanıma taşındı hastalığım ağır geçince. Senin anlattıklarını duyunca çok büyük
üzüntü duydum şimdi. Ayrıca hayret ediyorum. Nasıl oldu da haberim olmadı bu
olanlardan. Bir de aklıma olur olmaz şeyler geldi. Beni unuttuğunu bile
düşündüm. Böyle düşündüğüm için şimdi kendimi hem mahcup hem de suçlu hissediyorum.
Özür dilerim.”
O
günden sonra her geçen gün birbirlerine daha çok yakınlaştılar, birbirlerini
tanımaya, sevinçlerini, üzüntülerini öğrenmeye başladılar. Büyük bir aşk
yaşıyorlardı artık.
Kemal,
Ayşe’nin, çok genç yaşta kısa süren kötü bir evlilik yaptığını artık biliyordu.
Ayşe ise Kemal’in hiç evlenmediği konusunda emin olmuştu. Hoş evlenip ayrılmış
olsaydı da fark etmezdi. Kendi de öyle değil miydi? Zaten İstanbullu, otuz
dört yaşına gelmiş, yakışıklı ve iyi bir aileye mensup bir erkeğin de bugüne
kadar tek başına yaşadığı düşünülemezdi.
Nitekim
Kemal’in, lise sıralarında tanıştığı Lale ile neredeyse üç yıla yakın bir
beraberlikleri olmuştu. Öyle ateş böceği gibi daldan dala konan biri değildi.
Ama Lale bir başka erkeğe âşık olmuş ve kısa bir süre sonra evlenmişti. Kemal
bu ayrılıktan çok etkilenmişti. Onu uzun süre etkileyen bu ayrılığın
üzüntüsünden bir daha kimseye âşık olamamıştı. Ayşe’nin aşkı belki onubu durumdan kurtarabilirdi.
Ayşe ve Kemal aradıkları aşkı ve sevgiyi birbirlerinde bulmuşlardı. Hiçbir şeye
ihtiyaç duymuyorlardı. Sadece beraber olmak, hiç ayrılmamak ve duydukları
sevgi ile doğup büyüyecek çocuklara sahip olmaktı tek istekleri.
Levent’te
bahçe içinde güzel bir ev kiraladılar. Kemal’in uçuşu olmadığı günlerde orada
kalıyorlardı. Ayşe bazı günler eve gitmiyordu. Annesi bu durumdan şüphelenmeye
başlamıştı.
Üst üste bir kaç gece eve gelmediği gecelerde “Kızım sen nerede kalıyorsun, neredesin, ne
yapıyorsun?” diye soran annesine işlerinin çok yoğun olduğunu, atölyede
kaldığını söylüyordu Ayşe. Kemal’in ailesi de oğullarının yaşamında ki
değişikliklerin farkına varmıştı. Artık eskisi kadar evde vakit geçirmiyordu.
Ya uçuşta olduğu için ya da bir başka nedenden eve pek uğramıyordu. Sonunda
annesinin ısrarlı soruları karşısında ev kiraladığını söylemek zorunda kaldı.
Annesi bu duruma öfkelenip söylenmeye başlayınca babası müdahale edip onu
susturdu.
“Hanım
bırak karışma, koca adam, Allah Allah!”
Artık
onun hayatında biri olduğunu anlamışlardı. Bekâr ablası da konuşmaları dinliyor,
içinden seviniyordu. Artık yakında Kemal’in daha güzel ve daha büyük olan
odasına geçebilecekti. O güzel ve geniş odaya geçmek, onun için Kemal’in
evlenmesinden çok daha önemliydi. Gerisi pek önemli değildi.
Bir
süre sonra Kemal ve Ayşe birlikte görünmeye başladılar. Özellikle Ayşe’nin İstanbul’da
her geçen gün daha artan ünü, onu açılışların, sergilerin, film galalarının
aranan önemli bir ismi haline getirmişti. Artık bu tür davetlere birlikte
gidiyorlardı.
Bir
gece, Şan Sineması’ndaki bir galadan çıkarken çekilen resimleri, haftalık bir
dergide çıkmıştı. Haberde şöyle yazıyordu:
“Yakışıklı
pilot ile ünlü modacı sevgilisi, dün gece Şan Sineması’ndan birlikte
çıkarlarken çok mutlu görünüyorlardı.”
Haberi,
Kemal’in annesi Ferhunde Hanım da görmüştü ve kadın öfkeden deliye dönmüştü.
Hemen ertesi gün, büyük bir hışımla Moda Evi’nin kapısından içeri girdi. İçerdeki
genç kıza “Ayşe Hanım ile görüşeceğim.” dedi.
“Kim
diyeyim?”
“Bir
müşteri.”
Kız
butikten atölyeye açılan kapıdan, kadını içeriye buyur etti. İçerisi adeta
küçük bir fabrikayı andırıyordu.
Bir
taraftan çalışan dikiş makinelerinin sesi, diğer taraftan masalardaki kızların
konuşmaları bir anda kesildi. Ferhunde Hanım’ın içeri girmesiyle büyük bir
sessizlik oldu. Kızlar da makinalar da sustu. Ayşe ayağa kalktı. “Buyurun
Hanımefendi.” dedi.
“Bir
gece elbisesine ihtiyacım var, çok acele lazım.”
Ayşe
hiç düşünmeden “Özür dilerim. Elimizde yetişmesi gereken büyük bir sipariş var.
Bu nedenle önümüzdeki birkaç hafta ne yazık ki sipariş kabul edemiyoruz.”
diye nazikçe reddetti.
Ferhunde
Hanım aldığı bu cevap üzerine kıpkırmızı oldu. Durdu, düşündü. Çok nahoş bir
yüz ifadesiyle “Ama sinemalarda sevgilinizle fink atmaya zaman buluyorsunuz.”
dedi. Ayşe derhal bu terbiyesiz kadının kim olduğunu anladı.
Ne
diyeceğini bilemedi o an. Kadın “Sakın bir hayale kapılıp oğlum ile
evleneceğini düşünme. Asla izin vermem.” diyerek döndü ve kapıyı vurup çıktı.
Bütün
bu olup bitenler çok kısa bir süre içinde, herkesin gözü önünde gerçekleşmişti
Ayşe kendini atölyeden butik tarafına atarken, kapıyı da şiddetle kapattı.
Kemal yurtdışı uçuşundaydı. Akşam bulunduğu yerden, zor da olsa ona telefonla
ulaşır ve konuşurlardı. O gece telefon hiç çalmadı.
Ertesi
gün Kemal döndü. Birkaç gün bu konu açılmadı. Yine bir gece geç saatte telefon
çalmaya başladı. THY’den Kemal’i arıyorlardı. Annesini acilen araması gerektiğini
söylemişlerdi. Annesinde Levent’teki evin telefon numarası yoktu. Kemal hemen
aradı, heyecanlı bir ses tonuyla konuşuyordu Ayşe konuşmalardan, karşıdakinin
Kemal’in ablası olduğunu anlamıştı.
Ablası,
babasının hastaneye kaldırıldığını, durumunun oldukça ağır olduğunu ve sürekli
Kemal’in ismini sayıkladığını söylemişti. Vakit gece yarısını geçmişti. Kemal
“Çok acele çıkmam lazım.” dedikten sonra derhal hazırlanmaya başladı.
Ayşe
de giyinmek üzere odaya gitti. Kemal “Sen gelme bu saatte.” dedi. Annesinin
atölyede çıkardığı rezaletten hâlâ haberi yoktu. Ayşe Kemal üzülmesin diye
durumu anlatmamıştı ona. Kemal, bahçe kapısın önünde park ettiği arabasına
bindi. Ayşe araba köşeyi dönünceye kadar arkasından baktı.
Kemal Cerrahpaşa Hastanesine kısa sürede geldi. Levent ile Hastane arası oldukça uzun bir mesafeydi. Ama yollar bomboştu ve o arabayı oldukça hızlı sürmüştü.
Daha önce Ayşe Kemal’e, eskiden Samatya’da oturduğunu anlatmıştı. Cerrahpaşa
Hastanesi Samatya’nın hemen yanı başındaydı. Arabası için boş park yeri
ararken, nedense Ayşe’nin bir zamanlar burada yaşadığı geldi aklına. Kemal
arabasını boş gördüğü ilk yere bırakmıştı. Sahip olmaktan ve kullanmaktan büyük
keyif ve gurur duyduğu arabası, Almanya’da alınan, açık mavi renkli, halk arasında kaplumbağa diye tanınan sıfır bir
Volkswagen idi. Araba için ödediği paranın çoğunu ona babası vermişti, bu
hediyeden annesinin ve ablasının haberi olmamıştı.
Park
ettiği yer pek uygun değildi ama bu saatte bir problem olmaz diye düşündü.
Hastaneye girdi. Bir hemşire ona babasının kaldığı katı tarif etti. Oda
numarasını bilmediğini, koridorun sonunda olduğunu söyledi.
Kemal
odayı buldu. Hasta yatağı boştu. Karşıda bir kanepede annesi ve ablası
uyukluyorlardı. Ablası gözlerini açtı, karşısında, odada yanan hafif ışığın
altında kardeşi Kemal’i fark etti. Kalkıp kardeşine sarıldı ve sessizce ağlamaya
başladı.
Biraz
sonra annesi de gözlerini açtı. Kemal’e nerede kaldın der gibi bakıyordu. Daha
sonra hiç konuşmadan hep birlikte sabahı ettiler. Dışarıdan hafif bir ezan sesi
yükseliyordu. İşte bu esnada içeriye bir doktor ve bir hemşire girdi.
Önce
durdular, bir süre odadakilere bakındılar, sonra doktor, Kemal’e doğru dönerek
çok üzüntülü bir ifade ile “Ne yazık ki maalesef hastamızı kaybettik.” deyince
Ferhunde Hanım olduğu yere yığıldı.
Kemal iki üç gün defin işleri ile uğraştı. Levent’teki eve hiç uğramadı. Ayşe büyük merak içindeydi. Gazetede gördüğü küçük bir haberden durumu öğrenmişti. “Uzun yıllar Ankara Gemisi’nin süvarisi olarak görev yapan Necdet Peker hayatını kaybetti.” diye başlık atılmış ve içlerinde Kemal’in de bulunduğu bir aile resmi yayınlanmıştı.
Zincirlikuyu
Kabristanı’ndan çıkarken, Ayşe ile yaşadığı evi çok yakında olan Kemal, önce
eve gidip hem Ayşe’ye olan biteni anlatmak hem de üstünü değiştirmek isterken,
annesi “Bizimle eve gel oğlum. Seninle konuşacaklarım var. Ayrıca bende sana
ait, babanın bıraktığı önemli bir emanet var.” deyip vazgeçirmişti oğlunu.
Kemal, annesi ve ablasıyla beraber baba evine
geçti. Bir süre sonra annesi Kemal’e bir zarf getirdi. Zarfın üzerinde “Oğlum
Kemal’e, ” notu yazılıydı. Kemal parmakları
titreyerek zarfı açtı. “Oğlum, sen bu satırları okurken, artık aranızda
olmayacağım. Benden sonra annene ve ablana sahip çıkmanı istiyorum. Ama senden asıl isteğim ilkokuldan beri
arkadaşlığımızın ve dostluğumuzun devam ettiği, hiç ayrılmadığımız, şimdilerde
ABD’de yaşayan, kan kardeşim Ali Rıza’nın seninle akran bir kızı var, adı
Leyla, senden isteğim onunla evlenmen. Bu Ali Rıza amcanla benim yıllardır
süren tek arzumuz. Bu baban olarak sana son vasiyetimdir.”
Kemal
adeta şok olmuştu. Ali Rıza Pekdemir ismini babasından çok sık duyardı. Yıllar
önce arkadaşının ABD’ye gittiğini, orada bir Amerikalı kadınla evlendiğini, iş
kurduğunu ve on-on beş sene içinde bir dolar milyoneri olduğunu anlatır
dururdu. Arada bir de sadece bir kız evladı olduğundan söz ederdi.
Kemal
“Bize de okumayacak mısın?” diye soran annesine cevap vermeden elindeki mektup
ve zarfı öylece masanın üzerine bıraktı ve evden kaçar gibi çıktı. Uzun süre
ne yapacağını bilmeden şehrin caddelerinde dolaştı durdu.
Akşama
doğru Ayşe’nin atölyesine geldi. Çalışan kızların meraklı bakışları altında
sıkı sıkı birbirlerine sarıldılar. Ayşe usulca “Başın sağ olsun. Çok üzgünüm.”
dedi. İş yerinden erken çıktılar, akşam dışarıda yemek yemeğe karar verdiler.
Kemal
arabayı kullanırken yemekte konuşacaklarını kafasından geçiriyordu. Hacı Osman Bayır’ından
aşağıya doğru inerken, bir ara Kemal hafif de olsa direksiyon hâkimiyetini
kaybeder gibi olunca Mathilda, “Dikkat!” diye bir çığlık attı. Kemal, “Merak
etme yok bir şey.” der gibi bir bakış attı sadece. Bu bakışta ne her
zamanki gibi ne bir sevgi ne de nefret vardı. Bugüne kadar görmediği, buz gibi
duygusuz bir bakıştı bu.
Bu
çok büyük bir üzüntü diye düşündü Ayşe. Kendi babasını trafik kazasında aniden
kaybedişini hatırladı. Altı yedi yaşlarındaydı. Dünyada tek başına kalmış gibi
hissetmişti kendini. Uzun süre, “Merak etme, baban hastanede, gelecek.” diye
onu teselli etmeye çalıştılarsa da babasını bir daha göremeyeceğini ilk andan
itibaren o küçük haliyle anlamıştı.
Tarabya’da
bir balık restoranında oturdular. Henüz saat erkendi. Yemek masalarının çoğu
boştu. Cam kenarında oturuyorlardı. Boğazın her zamanki güzelliği yoktu sanki
bugün. Gökyüzü kurşuni bulutlarla kaplı, deniz dalgalıydı. Kıyıda olta
balıkçılığı yapanlar da tekne ile balık avlayanlar da henüz ortalıkta
yoklardı. Kısacası dışarıda kasvetli bir hava vardı.
Kemal,
evden aceleyle çıkıp hastaneye gittiği gece olanları olduğu gibi anlattı.
Babasının bıraktığı mektuba kadar hem de. Ama Leyla ile evlenme konusunu
açmadı. Mektupta babasının, annesini ve ablasını ona emanet ettiğinin
yazdığını da oldukça üzüntülü ve düşünceli bir halde anlattı. Bir süre onlarla
beraber yaşamasının uygun olacağını da ilave etti.
Yoksa
bu onların birlikte geçirecekleri son gece miydi? Böyle bir şey belki Kemal’in
aklından geçebilirdi ama Ayşe’nin aklından böyle bir şey geçmesi asla mümkün
değildi.
Yemek,
dışarıdaki hava gibi oldukça sıkıntılı ve tatsız geçmişti. Akşam yemeği için
müşteriler yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı. Kemal hesabı ödedi ve kalktılar.
Geldikleri yoldan değil bu defa Boğaz yolundan geçip evlerine geldiler.
Kemal,
yatak odasına girip çoğu zaman uçuşa giderken yanına aldığı küçük çantasına
evden götüreceklerini koydu. Çok bir şey yoktu. Birkaç iç çamaşırı, diş fırçası
ve ilaçları. İlaçlar kazadan sonra verilmişti, genellikle sakinleştirici ve
uyku düzenleyici haplardı. Uzun uzun sarıldılar. Ayşe annesine ve ablasına
başsağlığı dileğini iletmesini rica etti.
Bu defa arabanın arkasından bakmadı.