Sabah erken saatte kalk borusu hoparlörden yayılıyor ve çadırlar bölgesi ile deniz arasındaki açıkhava yemekhanemize gidiyorduk. Kalk borusundan sonra hoparlörden Ajda Pekkan’ın sesi yükselir, genellikle, "Saklanbaç" şarkısını söylerdi.
Çadırlarımızla yemekhanenin arasındaki mesafe 100 metre kadardı. Buna rağmen sıraya giriyor ve uygun adımlarla marş söyleyerek gidiyorduk. Daha sonra spor saati başlıyordu. Aslında bu ''Savaş Beden Eğitimi'' idi. Bundan sonra da kızgın güneşin altında tam teçhizatlı olarak eğitim alanına geçiyorduk. Eğitim tam bir işkenceydi. Öğleye kadar sadece üç defa 10’ar dakikalık dinlenme. Sağa dön, sola dön, yat kalk, marş marş. Nihayet öğle yemeği için yemekhane bölgesine dönüyorduk. Yemekten sonra da kısa bir dinlenme zamanı vardı. Ya öğrenci gazinosuna ya da eğer amirlerimiz ortalıkta yoksa çadıra gidip biraz yatağa uzanıyorduk. Öğle yemeğinden sonra genellikle iç hizmet kanun ve yönetmeliğinin anlatıldığı öğle dersi oluyordu. Bu dersler de ayrı bir işkenceydi. Sıcak başlı başına hayatımızı zorlaştırıyordu.
Öğle dersinden sonra yüzme saati vardı. Bu genellikle 15 dakika sürerdi. Bir borazancı erin çaldığı borunun sesiyle tüm bölükler, yaklaşık 650 kişi aynı anda suya giriyorduk. İlk günlerde suya girenler çoğu kez‚ ''Allah, anam'' vb. sesler çıkarıyordu. Bizi daha önce ikaz etmiş olmalarına rağmen deniz kestanelerine basanlar oluyordu. Canları çok yanıyordu. Deniz kestanelerinin batan iğnelerini çıkarmak da ayrı bir maharet gerektiriyordu. Benim ayağıma da bir defa battı. Denizden çıktıktan sonra altına koştuğumuz duşlardan da genellikle su akmıyordu. Sanırım bu olumsuzluklar bizleri çok daha zor koşullara hazırlamak içindi.
Üzümbağı Tatbikatı
Menteş kampında günlük eğitimlerin yanı sıra tatbikatlar da yapıyorduk. Yine böyle bir tatbikat için uzunca bir yürüyüşün ardından tatbikat bölgesine geldik. Bizim takım taarruz edecekti. Erol Sır, A-4 Makineli Tüfek Nişancısı, Ali Fikret Arapoğlu’da (Bacak) cephaneciydi. Takım Komutanı rahmetli Tğm. Tanju Tezgel ve Harpokulu Komutanı Tümgeneral Namık Kemal Ersun tatbikatı izliyorlardı. İzmir’in o meşhur yaz sıcağı bir yandan, makineli tüfeğin ağırlığı bir yandan... Erol’da küfrün bini bir para. Ha bire mevzi değiştiriliyor. Tesadüf eseri sol tarafta bir üzüm bağına rastladık. Bağdaki üzümler nefis olmuşlardı. Takımımız mevzi değiştirmeye devam ederken, sonradan öğreniyoruz ki, Erol ve Fikret yattıkları yerden kalkmayıp, ''Ulan bizim makineli tüfeğe mi güvenip taarruz ettiler, velev ki biz öldük'' diyerek gülüşmüşler ve orada kalıp, bol bol üzüm yemişler.Menteş ATAT Kampı (Kaynak: www.kkk.tsk.tr/Okullar/kuleli/) |
Neyse tatbikat bitti. Toplandık. Harp Okulu Komutanı tenkit yaptı. ''Olmaz arkadaşlar. Taarruzun en önemli safhasında makineli tüfek desteği yoktu. Bu taarruzu iyice çalışın.’’ Tanju Teğmen olayı anlamıştı. Dişlerini sıktı. O efendi tavrıyla, gözleri ile konuştu. ''Ben size sorarım.’’ diyordu sanki. Tanju Teğmen, Harp Okulundan sonra Kara Pilot oldu, daha sonra Orman Bakanlığı helikopterlerinde uçmaya başladı. Bir orman yangınıyla mücadele esnasında, helikopteriyle bir göle düştü ve hayatını kaybetti. Öğrencilerin çok sevdiği bir ağabeydi.
Dalyan Faciası
Menteş kampında bir defasında da Bölüğümüz, bir piyade takımının tam teçhizatla sulardan geçiş tatbikatını yapacaktı. Günler önceden çalışmalara başlandı. Anımsayabildiğim kadarıyla silahları taşımak için domates kasaları kullanılıyordu. Bu kasaların içine talaş parçaları dolduruluyor, brandayla çepeçevre sarılıyordu. Nedendir bilmem spor hocamız rahmetli Albay Şeref Tunca da bu hazırlıkları yakından takip ediyor ve yönlendiriyordu. Hazırlanan senaryoya göre bir kıyıdan suya girecek, yaklaşık 60-70 metre mesafede olan karşı kıyıya geçecektik. Üç veya dört manga oluşturulmuştu. İyi yüzücüler, başta Avni Çaptuğ ve Alkan Binici olmak üzere 1. Mangada idiler. İstanbul’lu olduğum için iyi yüzer düşüncesiyle ben de 1. Mangada idim.Menteş ATAT Kampı sahilde (Kaynak: www.kkk.tsk.tr/Okullar/kuleli/) |
Tatbikat günü geldi. Hat düzeninde suya yaklaştık. Sırtlarımızın dönük olduğu kıyının hemen arkasındaki tepeden, Bölük Komutanımız rahmetli Yzb. Mehmet Koluman ve Alay Komutanı Kurmay Albay M.C. bizleri izliyorlardı. Yüzmeye başladık. Takımın sol tarafı çadırlar bölgesine, yani koyun nispeten daha sığ olan nihai noktasına doğru idi. En sağda, daha derin olan açık deniz tarafında ise 1nci Mg. vardı. Daha kıyıdan 5-10 m. uzaklaşmıştık ki, nereden bilemiyorum bir ses geldi. ‘’Batıyorum’’ Hemen ardından bir ses, bir ses daha. Bu defa çığlıkların arasına ‘’imdat, boğuluyorum vb.’’ panik içinde canhıraş feryatlar karışmaya başladı. O esnada arkamızda kalan tepeden yüksek sesle atılan naralar da arkadaşların çığlıklarına karışıyordu. Ama bu bağırışlar farklı iki perdedeydi. Alay Komutanı ’’evladım, oğlum at silahını, bırak suya’’ derken Yüzbaşımız hepimizce malum kendine özgü şivesiyle ‘’atma silahını, bırakma silahını, ağzına sı…’’ diye bas bas bağırıyordu. Yani sözün kısası, sallar su almaya başlamış, emir komuta zinciri tam orta yerinden kırılmıştı!
Peki ya ben ne yapıyordum? Benim salım ve onu sardığım kaba brandam bayağı sağlamdı, her nasılsa az su geçiriyordu. Ben de tüfeğimi elime almıştım. Daha da önemlisi ayak burunları suyun tabanına değiyordu. Bu da bir şans olmalıydı. Çünkü Mangadaki yerlerimizi Bölük Komutanımız bizzat ve tek tek kendisi belirlemişti.
Facia sonrası batıkları kurtarma çalışması akşam saatlerine kadar hatta gece yarısına kadar sürdü. Bazı silahlar kurtarılabilmişti ama yine de önemli sayıda silah suyun altındaydı. Kurtarma çalışmalarında, özel alet edevat kullanılmamıştı. Çıplak gözle ve 1-2 basit şnorkelle. Suyun derinliği çok değildi ama bulanık hatta çamurluydu aklımda kaldığına göre.
Bölük toparlandı, tamamen yorgun ve bitkin bir şekilde çadırlar bölgesine döndük. Bölük Komutanımız bir müddet daha ateş kustu. Tam hatırlayamıyorum ama içimizden birini yanına çağırarak ''Çık bakayım!'' dedi ve yanına gelen arkadaşımızın yakasından tutarak demediğini bırakmadı. Galiba ertesi gün, silahların önemli bir bölümü daha çıkarıldı. Bu olaydan rahmetli Ziya Süoğlu kalmış aklımda, sanki bayağı silah çıkarmıştı. Bu olay daha sonra nasıl sonuçlandı, onu da anımsayamıyorum. Tek aklımda kalan, aramızda, yürüyüşlerde, bu olay aklımıza geldikçe mırıldandığımız türkü:
'Çadırlardan çıktım yayan,
Dayan 6ncı Bölük dayan,
Karşıda göründü Dalyan,
Dayan 6ncı Bölük dayan,
Nenni, nenni, nenni, nenni, oy!…
Domuzların Gece Saldırısı
Kampın muhtelif bölgelerinde nöbetçi veya devriye olarak görevlendiriliyor, askeri bir düzen içerisinde, geceleri çadırlarda yaşantımızı sürdürüyorduk. Çadırlar bölgesinin iç ve dış emniyeti de biz askeri öğrenciler tarafından sağlanıyordu. Bir gece, arkadaşım Sami Geyve, Bölük Komutanının yattığı çadırın emniyet ve çevre korumasına görevlendirilmişti. İki saat süren 01.00-03.00 nöbeti esnasında gayet dikkatli, talimatlara uygun olarak nöbet görevine devam ediyordu. Nöbet esnasında o ana kadar kayda değer herhangi bir olumsuzluk söz konusu değildi. Gecenin sessizliğinde denizin dalga sesleri de pek hoş duyuluyordu uzaktan. Ay, tam tepede ve tüm ihtişamıyla bölgeyi aydınlatıyordu. Bölük Komutanı’da çadırında günün yorgunluğu içerisinde, bir aslan gibi horlayarak derin uykusunu sürdürüyordu.Fakat o da ne? Deniz tarafından, 10-15 kadar köpek, gecenin sessizliğini yırtarcasına, yüksek perdeden havlamalarla nöbet bölgesine doğru koşturuyordu. Dikkat kesildi haliyle. Köpekler, önlerindeki, irili ufaklı üç yaban domuzunu kovalıyorlardı. Bölge, domuzlar için kavun, karpuz ve yemek artıkları bolluğu nedeniyle cazibe merkezi durumundaydı. Domuzlar tam da, gözlerine, nöbetçi olarak görevli arkadaşımın bulunduğu çadırı kestirmişler, tozu dumana katarak ve canhıraş homurtularla gelirlerken, arkalarında da bir sürü takipçileri, köpekler vardı. Gelecekleri varsa, görecekleri de vardı elbette. Sürü, sür'atle Sami’nin bulunduğu bölgeye yaklaşıyordu. Ne yapmalı, neler etmeli de bu durumu halletmeliydi?
Domuz bu, nereye yöneleceği, nerelere saldıracağı kestirilemezdi. ‘’Önlem almalıyım, yoksa işler kötü, evet, tam da bana doğru geliyorlar. Derhal süngü takıp, gereğini yapmalıyım.’’ diye düşünüyordu Sami. Sonradan anlattığına göre, öyle de yaptı. Alışa gelindiği tarzda, Komutan çadırını ortalayıp, süngü takılı ve süngüleme vaziyetinde bekledi. Domuzlar, Sami’ye oldukça yaklaştılar ve son anda verdikleri bir kararla, yan çizip çadırlar bölgesinden başka diğer bir istikamete yöneldiler.
Sami, derin bir oh çekerek rahatladı. Komutan sesleri duymuş olmalı ki, “nöbetçi, ne var orada, neler oluyor?” dediğinde, uykusu bölünmesin, rahatsız olmasın düşüncesiyle, “komutanım, rahat olun, bir iki köpek havlayıp geçti” geçiştirmesiyle durumu idare etti Sami. Bölük Komutanı, ertesi sabah “neydi akşamki patırtılar?” sorusuna Sami'nin verdiği cevaptan sonra, “aferin, bravo doğrusu, yoksa halimiz dumandı...” yaklaşımında bulundu.
Daha sonra olay tüm öğrenciler tarafından duyuldu. Üzerine çok şeyler söylendi. Domuz sürüsü, şaşırıp ta, komutan çadırının veya öğrencilerin bulunduğu çadırların içeresine dalsa idi, olacakları düşünmek bile istemiyorum.