Hoşgeldiniz!

Yaşamımdan bazı örnekleri ve deneyimleri paylaşmak istedim. Bu nedenle başladım oturup yazmaya...

14 Ekim 2016 Cuma

Askeri Ataşe'nin Görevleri

Askeri Ataşeler arasında, en çok görev yoğunluğu bendeydi. Sorumluluklarım arasında, mensubu olduğum Türk Kara Kuvvetleri Komutanlığının, Genelkurmay Başkanlığımızın, T.C. Milli Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Harita Genel Komutanlığının verdiği görevler bulunuyordu. İlişkilerim genellikle Alman Savunma Bakanlığı ile oluyordu. Yeterli almanca bilgim ve Alman Akademisinde beraber olup Savunma Bakanlığında görev yapan Alman arkadaşlarım faaliyetlerime olumlu katkılar sağlıyordu.

Almanya Askeri Yardımı Kesiyor

Bir gün, Alman Savunma Bakanlığına çağrıldım. Savunma Bakanı Müsteşarının odasında yer gösterdiler. Müsteşar, bir kahve ikram ettikten sonra, önce sınıfımı sordu. Ben, ‘’Tank’’ dedikten sonra, ‘’İsabet olmuş’’ gibi bir şey söyledi. Hemen, doğrudan konuya girdi. ‘’Albayım, ülkenize NATO savunması kapsamında yardım faslından verdiğimiz zırhlı araçları Anadolu'da yurtiçi olaylarda kullanıyorsunuz. Bunu doğru bulmuyoruz’’dedi. Ben önce durakladım ve sordum. ‘’Sayın Müsteşar, böyle bir düşünceye nereden kapılıyorsunuz, yok böyle bir şey’’ dedim. Bana, o esnada masasının üzerinde duran, Almanya’da da basılan, Türkiye’de kendisinden, basının ‘’Amiral Gemisi’’ diye söz edilen gazeteyi gösterdi. Gazetenin birinci sayfasında, neredeyse sayfanın yarısını kaplayan bir resim bulunuyordu. Resimde bir tank ve tankın arkasına takılmış bir zincirle yerde sürüklenen bir ceset vardı. Sürüklenerek götürülüyordu. Ben, ‘’Bu tank bir M48, birçok orduda var bundan’’ dedim. Müsteşar; ‘’Ama bakın bu tankın kulesinde sis bombaları var’’ dedi. Gerçekten söylediği doğruydu. Bu, tank kulesine monte edilmiş sis bombası uygulaması, sadece ‘’Doğu Blok’’u ülkelerinde ve dolayısıyla eski Doğu Almanya Ordusunda da vardı. Doğu ve Batı Almanya birleştikten sonra, Doğu Alman Silahlı Kuvvetlerinin, harp silah ve araçları artık bugünkü Alman Silahlı Kuvvetlerinin envanterine girmişti. Almanya da bize, yardım malzemelerini işte bu envanterden veriyordu.

Benim olduğum dönemde, Almanya, Türkiye’ye yapmakta olduğu askeri yardımı kesti. Hatırlanacağı gibi, Kıbrıs Barış Harekatı esnasında da, ABD askeri yardımını kesmişti. Her iki ambargo da bence ülkemize çok yararlı oldu. Savunma sanayimiz, bugünlere, gittikçe gelişerek geldi.

Askeri ataşeler olarak görevlerimiz arasında, değişik birçok şey vardı. Türkiye’den istenen bilgileri araştırıp, derleyip göndermek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Almanya’da katıldığı yarışma, fuar ve benzeri etkinliklerde koordinasyonu sağlamak, günlük, haftalık ve aylık istihbarat raporları hazırlamak, tedavi için gelen askeri personel ile ilgilenmek, hastane, ilaç ihtiyaçlarında yardımcı olmak bunlardan bazılarıydı.

Resepsiyonlar

Çok zaman alan diğer bir konu da, Bonn’daki askeri ataşelerin verdiği resepsiyonlardı. O tarihlerde, Bonn’da, 100’den fazla devletin büyükelçiliği ve askeri ataşeleri vardı. Doğu Blokundan olanlar dışındaki tüm askeri ataşelerin verdiği resepsiyonlara katılma zorunluluğumuz bulunuyordu. Davetine katılmadığımız veya katılamadığımız ülke olursa, diplomasideki kuralların en başta geleni ‘’mütekabiliyet=karşılıklılık’’ ilkesi gereğince, onların askeri ataşeleri ve diplomatları da, Türkiye Cumhuriyeti’nin verdiği resepsiyonlara katılmıyorlardı. Bu resepsiyonlar, ayrıca diğer askeri ataşelerle görüş alışverişinde bulunma olanağı da sağlıyordu.

Alim ve Serap, bir resepsiyonda Norveçli Albay ve Eşiyle


Bir de yılda 4-5 kez, ''Ülke gecesi'' tertipleniyordu. O geceyi hazırlayan, örneğin, İspanya Askeri Ataşesi ise, geceye ‘’İspanyol Gecesi'' deniyordu.  Geceyi düzenleyen ülke, en güzel yiyecek ve içeceklerini, turistik yerlerini anlatan filmleri, folklorik zenginliklerini, bazı ünlü sanatçılarını tanıtıyordu. Sadece bir ülkenin ev sahipliği yaptığı bu geceler çok renkli ve güzel geçiyordu. Benim olduğum dönemde, Türkiye'ye sıra gelmemişti.

Alim ve Bir İspanyol Lezzeti ''Paella''

Ayrıca, Türk Ataşelerinin, kendi evlerinde, yabancı askeri ataşe ve eşlerine, ayda bir defa yemek daveti vermeleri ve bu yemek davetlerinde bir garson bulundurmaları şarttı. Oysa Hamburg’ta iken de evimizde yemek daveti verdiğimiz olur, yemek servisini eşim, içki servisini ben yapardım. Bonn’da, genellikle, dört çifti davet ettiğimiz bu yemekleri eşim hazırlıyor, menüyü özellikle, Türk mutfağının otantik yemek ve tatlılarından seçmeye özen gösteriyor ve her davette değişik şeyler hazırlıyordu. Oysa ben, ''her defasında yeni bir menüye gerek yok, nasıl olsa gelenler aynı kişiler değil'' dememe rağmen, ısrarla yeni çeşitler hazırlamaya çalışıyordu. Menüden, Çerkez tavuğu, lahana dolması, yaprak sarma, sebzeli tavuk şiş, tahinli un helvası, bademli keşkül gibi yemekler ve tatlılar aklımda kaldı.

1994 yılı Ağustos ayında askeri ataşelik görevim sona erdi. Bundan sonra yaşadıklarımı, yani Türkiye'ye dönüşümü ve özel sektöre geçişimi yazmadan, Almanya'dan 1997 yılında Türkiye'ye ziyarete gelen arkadaşlarımla yaptığımız maceralı bir geziyi anlatacağım.

Sınıf Arkadaşlarım Türkiye'ye Geliyorlar

Alman Harp Akademisini bitirirken, iki yılda bir kez toplanmaya, birbirimizi yeniden görmeye karar vermiştik. Ben bu toplantılardan iki tanesine katılabildim. İlk katıldığım toplantı Almanya’da, Erfurt’ta yapılmıştı. O tarihte zaten Almanya’da, Askeri Ataşe olarak bulunuyordum.

İkinci toplantıyı 1997 yılında Türkiye’de, ben organize ettim. Sınıftan 11 arkadaş eşleri ile birlikte Ankara’ya geldiler. Askeri bir servis otobüsü ile onları Havaalanından aldım. Genelkurmaydan özel olarak aldığım izinle, onları Bahçelievler civarındaki Merkez Orduevine yerleştirdim. Akşam hep birlikte, Almanya’nın Ankara’daki Askeri Ataşesi Kurmay Albay von Quaden’ın Beysukent’teki evinde verdiği bir davete katıldık. Ertesi gün cumartesi idi. Önce otobüsle bir şehir turu yaptık. Anıtkabire, Ulus’taki Kaleye gittik. Öğle yemeğini de meşhur bir dönercide yedik. Akşam sazlı sözlü yemekli bir eğlence yerine gittik. Herkes dansözle ayrı ayrı dans etti. Çok memnun kaldılar. Otele döndük.

Paskalya tatili nedeniyle 4 günlüğüne gelmiş olan arkadaşlarıma mevcut koşullar içinde en iyi yapabileceklerimi yapmaya gayret ediyordum. Bu nedenle programa Kapadokya’yı da koymuştum. Hem bildiğim bir bölge hem de zaman olarak sıkıntıya girmeyeceğim bir uzaklıktaydı Ankara’ya. Çünkü Pazartesi günü saat 16.00’da uçakları kalkacaktı.

Pazar günü, bize gezinin kalan kısmını yaptıracak, otobüs minübüs karışımı olan midübüsümüz orduevine geldi. Şoförü de, midübüsü de gözüm pek tutmamıştı. Yolda aracımızın motor sesi beni rahatsız etmişti. Özellikle, yolun hafif yokuş olduğu kesimlerde aracın sürati çok düşüyordu. ‘’Yarın sabah oldukça erken çıkmalıyız dönüş yoluna’’ diye düşünmeye başladım. Şoföre bu düşüncemi söylediğimde, ‘’merak etme abi yarın yıldırım gibi geçeriz bu yolları evelallah’’ diyordu.

O geceyi Nevşehir’de güzel bir otelde geçirdik. Pazartesi sabahı şoför bizi ısrarla şarap tatma evine ve testi kebabı yemeye götürmek istiyordu. Ben de bir an önce yola çıkmaktan yanaydım. Şarap tatmanın en güzelini arkadaşlarım Almanya’dan biliyorlar deyip, sadece testi kebabını kabul ettim. Misafirlerin ilgisini çekti.

Nihayet saat 12.00 sularında Ankara’ya doğru yola çıktık. Yani uçağın kalkış saatine kadar belirli süremiz vardı. Araba gelirken olduğu gibi dönüşte de bayır çıkışlarında bayılıyordu. Bu yolu nasıl geçirdim, anlatılması imkânsız. ‘’Ya uçağı kaçırırsak ben bu insanları ne yapacağım?  Kendi evimde o kadar yer yok ki!‘’ diye düşüne düşüne Ankara yakınlarına kadar geldik. Gölbaşına geldiğimizde, şoföre, şehir içinden değil çevre yolundan gitmesini söyledim. ‘’Yol uzar abi’’ falan gibi bir şeyler söyledi.

Esenboğa’ya iyice yaklaşmıştık. Sürekli saatime bakıyor, şoföre de ‘’daha hızlı’’ diyordum. İşte o esnada, ancak filmlerde rastlanan, benim de başımdan kaynar suların dökülmesine neden olan olay gerçekleşti. Biz tam havaalanına girerken, alman hava yollarının uçağı başımızın üzerinden geçti gitti.

Şimdi ne yapacaktım? Hep beraber terminale geldik. Önce midübüsü kiraladığımız seyahat acentesi yetkilisi ile konuştum. Kendisi çok anlayışlı davrandı. ‘’Merak etmeyin, onları bir gece otelde misafir edeceğiz’’ dedi. Rahatladım biraz. Sonra yabancı havayolu yetkilileri ile görüştüm. Ertesi gün için yer olduğunu, ancak ücret ödenmesi gerektiğini söylediler. Ben de bunun üzerine, firmanın Almanya’daki bir yetkilisiyle görüştüm. Anlayış gösterdi. Ücret alınmamasına karar verdi.

Artık, bu güzel haberleri kutlamanın zamanı gelmişti. Arkadaşlara, kaldıkları otelin üst katındaki salonda bir Türk Gecesi tertipledim. Yediler, içtiler ve eğlendiler. Ertesi günü Almancası oldukça güzel olan sekreterimi arkadaşlarımın eşlerine mihmandar olarak verdim. Doğru kuyumcuya gittiler. Ben de erkeklerle kendi iş yerime gelip onlara çalıştığım firmayı tanıttım.

Bu defa tam zamanında havaalanında olduk. Bir gün önce ağlayan arkadaşlarımın eşleri, bu defa boynuma sarılıp ''Ne olur bu uçağı da kaçıralım'' diye gülüşüyorlardı.

8 Ekim 2016 Cumartesi

Zeki Müren ve Üniversite

Annemle beraber Zeki Müren'in filmlerini hiç kaçırmazdık. Neredeyse tüm filmlerini izledik. Çok güzel bir sesi vardı. Hala kulaklarımda. Özel yaşamına ait kişisel tercihleriyle hiçbir zaman ilgilenmedim. Aldığı eğitimler, Türkçeye hâkimiyeti ve harika diksiyonu yanında, o muhteşem sesi beni kendisine hayran bırakıyordu.

Alim, Zeki Müren ve Serap

1975 yılında Ankara'da yaklaşık altı buçuk ay kadar süren bir kursa seçilmiştim. Sivil kıyafetle katılıyordum. Bir gençlik hevesiyle ve meraktan bıyık bırakmıştım. Bir hafta sonu İstanbul'a geldim. Serap'ta sömestre tatili nedeniyle, İstanbul’da, annesinin evindeydi.

Sanat Güneşi Zeki Müren'le Tanışıyorum 

Bir cumartesi gecesi, gittiğimiz ünlü bir gece kulübünde Zeki Müren'e rastladık. Çok heyecanlandım ve ani bir kararla, Serap'ın şaşkın bakışları arasında, dostlarıyla oturduğu masaya gittim. Kendimi takdim ettikten sonra, kendisi ile tanışmayı uzun yıllardan beri hayal ettiğimi söyledim. O, her zamanki kibarlığı ile teşekkür etti ve beni masasına davet etti. Eşimle beraber olduğumu, rahatsızlık vermek istemediğimi, eğer bizimle bir fotoğraf çektirirse, çok mutlu olacağımızı söyledim. Zeki Müren, hala kulaklarımdaki nazik sözleri ile ‘’Şeref duyarım efendim’’ dedi. O esnada, sahnede henüz bugünkü ününe ulaşmamış olan Huysuz Virjin program yapıyordu.




Aradan yıllar geçtikten sonra, bir sonbahar günü, 24 Eylül 1996'da yaşama veda etti. Benim için çok erken bir ölümdü. Zaten bütün ölümler erken değil midir?

Üniversiteye Kaydoluyorum 

1975 yılında üniversite sınavlarına girdim. Durup dururken oldu bu. Çevremde bir çok genç sınavlara giriyor, nedense kazanan pek olmuyordu. Bunların arasında yakın akrabalarım da vardı. Biraz da onları teşvik etmek ve örnek olmaktı maksadım. O tarihlerde sınavlar üç bölümden oluşuyordu. Genel kültür, yabancı dil ve fen-matematik. En çok yabancı dil ve genel kültürden ümitliydim, Fen ve matematikten ne alırsam kardır diye düşünüyordum. Nihayetinde, sınavı, yabancı dilden aldığım yüksek puan sayesinde kazandım.

Alim Üniversitede

Erzurum Atatürk Üniversitesi Yabancı Diller, Almanca Bölümüne kaydımı yaptırdım. Devam mecburiyeti yoktu. Fakat, o dönemlerde muvazzaf bir askerin üniversiteye devam etmesi kesin olarak yasaktı. Bu yüzden zaman zaman gizlice gidiyordum bölüme. Üstelik, anarşik olaylar çok yoğun olarak devam ediyordu. Hatta bir gün bulunduğum dershaneyi basan bir grup öğrenci, subay olduğumu bildikleri için beni kibar bir şekilde dışarıya davet edip, içerideki diğer karşıt gruptan olan öğrencilere saldırmışlardı.

Bir süre sonra, ikinci sınıfa geçmiş olmama rağmen üniversite yaşantımı sonlandırdım.