Milenyuma yeni girmiştik. 2000 Senesi. Kendi isteğimle, TSK’ne veda edeli ve özel sektörde çalışmaya başlayalı tam 6 yıl geçmişti.
Bir gün mesaiden çıkıp eve geldim. Kapıda her zaman olduğu gibi yüzündeki gülümseme ile Serap karşıladı. ‘’Hoş geldin’’ dedi. Elinde sarı renkli bir zarf vardı. Zarfın üzeri adeta pullarla kaplıydı. ‘’Bugün postacı getirdi’’ dedi. ‘’Açtın mı yoksa?’’ dedim. Baktım zarf açılmış. Keşke açmasaymış diye düşündüm. Bana uzattığı zarfı aldım. Ayakkabılarımı bile çıkarmadan yazıyı bir hamlede okudum.
Özetle: E.Tnk.Kurmay Albay R.Alim Gürerk (1969-7)
3-23 Eylül 2000 tarihlerinde icra edilecek Yıldırım 2000 Seferberlik Tatbikatında, 65nci Mekanize Piyade Tugay Komutan Yardımcısı olarak görevlendirildiniz. En yakın Askerlik Şubesinden işlemlerinizi yaptırın.
‘’Nereden çıktı bu?’’ diye düşündüm önce. Eğer mesleğimi sürdürmeyi düşünseydim, 1994 yılında atandığım, 10ncu Zırhlı Tugay Komutan Yardımcılığını bırakıp ayrılmazdım.
Bu arada önümüzdeki günlerde beni oldukça önemli bir olay bekliyordu. Her 2 yılda bir Paris’te düzenlenen Euro Satory Savunma Sanayii Fuarında hem Koluman Motorlu Araçlar A.Ş. hem de Mercedes-Benz Türk Şirketlerinin yetkilisi olarak hafta boyunca görevliydim. Devam eden projeler, çözülmesi gereken sorunlar vb. nedenlerle bu görevi bir başkasına devredebilme şansım yoktu. Yani gitmem gerekliydi.
Diğer taraftan da, ne olursa olsun T.C. Devletinin bir emrini yerine getirmemin kaçınılmaz olduğuna inanıyordum. Genelkurmay’da çalıştığım dönemde, hazırlığına benim de katıldığım ‘’Türk Silahlı Kuvvetleri Personel ve Araç Seferberliği Çalışmaları’’ esnasında edindiğim bilgilere göre; ‘’ Kendisine sefer görevi verilen personel sağlık yönünden raporlu bile olsa, raporu hitamında göreve katılır’’ kesin hükmü vardı.
Bunu biliyor olmama rağmen, şansımı bir deneyeyim diyerek, Kara Kuvvetleri Seferberlik Daire Başkanı Kıymetli Sınıf Arkadaşım Tuğgeneral H.T.'i aradım. ‘’Başçavuşum, bir sıkıntıdan ötürü yardımına ihtiyacım var’’ dedim. Harp Okulunda birlikte olduğumuz 6ncı Bölüğün Başçavuşuydu. Gerek Kuleli'deki sınıf başçavuşları ve gerekse Harp Okulunda Bölük Başçavuşları en iyi öğrenciler olurdu. Konuyu anlattıktan sonra, aslında beklediğim yanıtı aldım. ‘’Katılmaktan başka çaren yok’’ dedi. Haklıydı. Aksine davranış halinde, oldukça ağır bir kanuni müeyyidesi vardı. Sonunda şöyle bir karara vardım: ‘’Tatbikat tarihinde raporlu olacağım, Paris Fuarından sonra bu kanuni görevi yerine getireceğim.’’ dedim ve öyle yaptım.
Fuar gayet verimli ve iyi geçti. Bir hafta sonra Ankara’ya döndük. Çalıştığım iş yerinde bana oldukça özel destek verdiler. Yeniden üniforma giyip Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir Albayı olarak görev yapacağım 25 gün boyunca ‘’Ücretli İzinli’’ sayma kararı verdiler. Bu her şirketin yapacağı bir jest değildi. Bir de üstelik Yönetim Kurulu Başkanı rahmetli Mustafa Koluman bana ‘’Alim Bey, gerekli gördüğünüz yerde, araç bakım, onarım, eğitim vb. konularda bana danışmadan ...TL'ye kadar Şirketimiz adına harcama yapabilirsiniz’’ dedi.
Mustafa Koluman'ın; birlikte çalıştığımız 17 yıl boyunca, Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında daima olumlu duygular taşıdığına, büyük güveni olduğuna defalarca tanık oldum. Bazen benden bile daha fazla iyimser düşünceleri olduğunu gördüm. Nurlar içinde yatsın.
Ailece hazırlıklarımızı tamamladık. Bir sabah Ankara’dan, aracımızla Lüleburgaz’a doğru yola çıktık. Ben, Serap ve 4 yaşına kadar Lüleburgaz’da Ana Okuluna giden Barış beraber keyifli bir yolculuktan sonra 16 yıl önce ayrıldığımız, Trakya’nın güzel ve uygar ilçesi Lüleburgaz’daydık. Orduevine yerleştik. Henüz akşam olmamıştı. Üzerimizi değiştirip kendimizi dışarı attık. Orduevi, çevresi ve ilçe daha da güzelleşmişti. Yemek saatine kadar 20 dakika mesafedeki diğer güzel, şirin ve uygar bir ilçeye, Babaeski’ye gitmeye karar verdik. Babaeski’deki Tugayın Komutanı yakın arkadaşım Tuğgeneral V.Ş.K.'ya merhaba demek ve 3 hafta birlikte görev yapacağım kişi hakkında bilgi almak istiyordum.
Babaeski çok değişmemişti. Subay gazinosunda oturduk. Arkadaşımın eşi gazinoya gelip bize katılma inceliğini gösterdi. Benim amirim olacak Tuğgeneral M.K. ve arkadaşım Kırklareli’de bir toplantıda imişler. Bir süre sonra geldiler. Sohbet edip eski günleri yad ettikten sonra, konvoy yaparak 3 araba Lüleburgaz’a geldik. Akşam yemeğinden sonra, 65nci Mknz.Tugay Komutanı Tuğgeneral M.K. ve eşi orduevinde bizimle oturmaya geldiler. Biraz sohbet ettik. Ayrılırlarken M.K. ''Arabanızı saat kaçta göndereyim?’’ dedi. ''09.00’da'' dedim. Oysa mesainin 08.00’de başladığını biliyordum. ‘’Yarın Kolordu Komutanı, Trakya’daki Tugay Komutanlarıyla beraber Tugayımıza gelecek isterseniz ertesi günü gelin’’ dedi. ‘’Yok, hayır yarın gelirim’’dedim. ‘’O halde araç sizi 07.30’da alsın’’ dedi. Gittiler.
Ertesi gün, sivil kıyafetle makam arabasına bindim. Benim zamanımda Tümen Kurmay Başkanının bindiği wagoner denen Jeep Willys idi. Bildiğim yoldan geçip Tugaya geldik. Bana Kurmay Yüzbaşı olarak oturduğum aynı oda tahsis edilmişti. Ancak kapıdaki levha değişmişti.’’Tugay Komutan Yardımcısı’’ yazılıydı. Kısa sürede eğitim kıyafeti ve botları getirdiler. Ancak, bere değil kep getirmişlerdi. Levazım Astsubayına ‘’Bana derhal bere getirin, ben Tank Subayıyım’’dedim. ‘’Emredersiniz’’dedi ve gitti.
Karargahın önünde dizildik. En başta ben, yanımda Kurmay Başkanı ve sırayla diğer karargâh subayları. Önce tek tek Tugay Komutanları geldi. Çoğunu tanıyordum. Ama en ilginci Zırhlı Tugay Komutanı, çok yakın arkadaşım Tuğgeneral S.K. ile karşılaşmamız oldu. Bir süre sonra Kolordu Komutanı da geldi. Sırayla herkesin elini sıktı. Ardından Generallerle beraber çardağın altına gidip oturdular. Kısa bir süre sonra beni de çağırdılar. Gittim, oturdum. Bayağı ilgi odağı olmuştum. Özellikle, maaşım nedense çok merak ediliyordu. Üstü kapalı yanıtlarla geçiştirdim.
İkinci askerlik günlerimi genellikle, anılarımı tazelemek, eski sivil asker arkadaş ve dostları ziyaret etmekle geçiriyordum. Bu arada Edirne, Kırklareli, Vize gibi askeri garnizonlara gidip, halen görevde bulunan arkadaşlara sürprizler yapıyordum. Akşamları ise, genellikle Ordu Evinde yemek yiyor, eşimin birlikte aynı okulda çalıştığı arkadaşlarının evlerine ziyarete gidiyorduk. Kısacası günlerimiz güzel geçiyordu. Ama her zaman olduğu gibi güzel günlerin de sonu oluyordu.
Bir gün, Tugay Komutanı 3 gün izin alıp ayrılmaya karar verdi. Bana hiçbir açıklama yapmadı. Önüme gelen bir yazılı emirden, kendisinin yokluğunda Tugay Komutanı olarak Kurmay Başkanı Kurmay Albay H.Ö.’nün görevlendirildiğini öğrendim. Oldukça sinirlendim. Benim anlayışıma göre bir işi bazen kanuna göre bazen de keyfe göre yapmak olamazdı. Eğer ben Tugay Komutan Yardımcısı isem ki öyle olduğum için buradaydım. Görev bana ait olmalıydı. Yok değil isem, 6 yıl önce bu camiadan ayrılmış biri olarak bu görevi yapamayacaksam o halde, ben de izne ayrılırım dedim ve ‘’Bana 3 günlük izin kağıdı’’ hazırlanmasını istedim.
Ankara’ya döndüm. Artık görev sürem de dolmak üzereydi. Böylelikle 2nci Askerlik Dönemimi tamamlamış oldum.
Alim Gürerk
Kişisel anılarımın yanı sıra tanık olduğum bazı önemli olayları da yazıyorum...
Hoşgeldiniz!
Yaşamımdan bazı örnekleri ve deneyimleri paylaşmak istedim. Bu nedenle başladım oturup yazmaya...
2 Ocak 2019 Çarşamba
14 Kasım 2016 Pazartesi
Anılarıma Son Söz
Ya upuzun ya da kısacık diye tanımlanabilecek bir ömürden aklımda kalanlar bunlardı. Daha önümde ne kadar zaman var, bunu sadece Allah bilir. Mutlaka geçmişten yazmam gerekenler olabileceği gibi, önümdeki dönemde de yazacaklarım olabilecektir.
Elli sene önce, daha Harp Okulunda öğrenciyken, okuduğum, beğendiğim ve kendi yazdığım şiirleri bir defterde toplamış ve defterin kapağına, Yunus Emre’nin çok beğendiğim dizelerini yazmıştım. Yunus Emre'nin aşağıdaki bu ölümsüz dizeleriyle, anılarıma noktayı koyuyorum.
Hoşça kalın...
R. Alim Gürerk
14 Kasım 2016
Çankaya-Ankara
Not: Kıymetli Dostlar,
"Benden Geriye" isimli yaşam öykümü kaleme aldığım kitabım Şubat 2019'da piyasaya çıktı.
70 yıllık bir ömrün iki ayrı asra yayılmış serüveninde, tanık olduğum siyasi, sosyal ve hatta magazinsel olaylardan söz ettim bu kitapta. Ama en önemlisi, mensubu olmakla gurur duyduğum 69'lu Devre Arkadaşlarımla, Kuleli'de, Harp Okulunda, sınıf okullarında ve kıt'alarda yaşadığımız acı-tatlı olayları anlattım. Ayrıca; 30 yıl boyunca, gerek ülkemde gerekse yurt dışında TSK’nin bir mensubu olarak yaşadığım önemli olaylardan ve 18 sene ise özel sektörde yönetici olarak yaptığım çalışmalardan söz ettim.
İlgilenenler, kitabı mesela şu adresten elde edebilir.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/benden-geriye/494916.html
Sema ve Alim |
Elli sene önce, daha Harp Okulunda öğrenciyken, okuduğum, beğendiğim ve kendi yazdığım şiirleri bir defterde toplamış ve defterin kapağına, Yunus Emre’nin çok beğendiğim dizelerini yazmıştım. Yunus Emre'nin aşağıdaki bu ölümsüz dizeleriyle, anılarıma noktayı koyuyorum.
Hoşça kalın...
![]() |
Yunus Emre (Kaynak: Vikipedi) |
Nice Han Nice Sultan,
Tahtı Bıraktı Geçti,
Dünya Bir Penceredir,
Her Gelen Baktı Geçti.
R. Alim Gürerk
14 Kasım 2016
Çankaya-Ankara
Not: Kıymetli Dostlar,
"Benden Geriye" isimli yaşam öykümü kaleme aldığım kitabım Şubat 2019'da piyasaya çıktı.
70 yıllık bir ömrün iki ayrı asra yayılmış serüveninde, tanık olduğum siyasi, sosyal ve hatta magazinsel olaylardan söz ettim bu kitapta. Ama en önemlisi, mensubu olmakla gurur duyduğum 69'lu Devre Arkadaşlarımla, Kuleli'de, Harp Okulunda, sınıf okullarında ve kıt'alarda yaşadığımız acı-tatlı olayları anlattım. Ayrıca; 30 yıl boyunca, gerek ülkemde gerekse yurt dışında TSK’nin bir mensubu olarak yaşadığım önemli olaylardan ve 18 sene ise özel sektörde yönetici olarak yaptığım çalışmalardan söz ettim.
İlgilenenler, kitabı mesela şu adresten elde edebilir.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/benden-geriye/494916.html
14 Ekim 2016 Cuma
Askeri Ataşe'nin Görevleri
Askeri Ataşeler arasında, en çok görev yoğunluğu bendeydi. Sorumluluklarım arasında, mensubu olduğum Türk Kara Kuvvetleri Komutanlığının, Genelkurmay Başkanlığımızın, T.C. Milli Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Harita Genel Komutanlığının verdiği görevler bulunuyordu. İlişkilerim genellikle Alman Savunma Bakanlığı ile oluyordu. Yeterli almanca bilgim ve Alman Akademisinde beraber olup Savunma Bakanlığında görev yapan Alman arkadaşlarım faaliyetlerime olumlu katkılar sağlıyordu.
Benim olduğum dönemde, Almanya, Türkiye’ye yapmakta olduğu askeri yardımı kesti. Hatırlanacağı gibi, Kıbrıs Barış Harekatı esnasında da, ABD askeri yardımını kesmişti. Her iki ambargo da bence ülkemize çok yararlı oldu. Savunma sanayimiz, bugünlere, gittikçe gelişerek geldi.
Askeri ataşeler olarak görevlerimiz arasında, değişik birçok şey vardı. Türkiye’den istenen bilgileri araştırıp, derleyip göndermek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Almanya’da katıldığı yarışma, fuar ve benzeri etkinliklerde koordinasyonu sağlamak, günlük, haftalık ve aylık istihbarat raporları hazırlamak, tedavi için gelen askeri personel ile ilgilenmek, hastane, ilaç ihtiyaçlarında yardımcı olmak bunlardan bazılarıydı.
Bir de yılda 4-5 kez, ''Ülke gecesi'' tertipleniyordu. O geceyi hazırlayan, örneğin, İspanya Askeri Ataşesi ise, geceye ‘’İspanyol Gecesi'' deniyordu. Geceyi düzenleyen ülke, en güzel yiyecek ve içeceklerini, turistik yerlerini anlatan filmleri, folklorik zenginliklerini, bazı ünlü sanatçılarını tanıtıyordu. Sadece bir ülkenin ev sahipliği yaptığı bu geceler çok renkli ve güzel geçiyordu. Benim olduğum dönemde, Türkiye'ye sıra gelmemişti.
Ayrıca, Türk Ataşelerinin, kendi evlerinde, yabancı askeri ataşe ve eşlerine, ayda bir defa yemek daveti vermeleri ve bu yemek davetlerinde bir garson bulundurmaları şarttı. Oysa Hamburg’ta iken de evimizde yemek daveti verdiğimiz olur, yemek servisini eşim, içki servisini ben yapardım. Bonn’da, genellikle, dört çifti davet ettiğimiz bu yemekleri eşim hazırlıyor, menüyü özellikle, Türk mutfağının otantik yemek ve tatlılarından seçmeye özen gösteriyor ve her davette değişik şeyler hazırlıyordu. Oysa ben, ''her defasında yeni bir menüye gerek yok, nasıl olsa gelenler aynı kişiler değil'' dememe rağmen, ısrarla yeni çeşitler hazırlamaya çalışıyordu. Menüden, Çerkez tavuğu, lahana dolması, yaprak sarma, sebzeli tavuk şiş, tahinli un helvası, bademli keşkül gibi yemekler ve tatlılar aklımda kaldı.
1994 yılı Ağustos ayında askeri ataşelik görevim sona erdi. Bundan sonra yaşadıklarımı, yani Türkiye'ye dönüşümü ve özel sektöre geçişimi yazmadan, Almanya'dan 1997 yılında Türkiye'ye ziyarete gelen arkadaşlarımla yaptığımız maceralı bir geziyi anlatacağım.
İkinci toplantıyı 1997 yılında Türkiye’de, ben organize ettim. Sınıftan 11 arkadaş eşleri ile birlikte Ankara’ya geldiler. Askeri bir servis otobüsü ile onları Havaalanından aldım. Genelkurmaydan özel olarak aldığım izinle, onları Bahçelievler civarındaki Merkez Orduevine yerleştirdim. Akşam hep birlikte, Almanya’nın Ankara’daki Askeri Ataşesi Kurmay Albay von Quaden’ın Beysukent’teki evinde verdiği bir davete katıldık. Ertesi gün cumartesi idi. Önce otobüsle bir şehir turu yaptık. Anıtkabire, Ulus’taki Kaleye gittik. Öğle yemeğini de meşhur bir dönercide yedik. Akşam sazlı sözlü yemekli bir eğlence yerine gittik. Herkes dansözle ayrı ayrı dans etti. Çok memnun kaldılar. Otele döndük.
Paskalya tatili nedeniyle 4 günlüğüne gelmiş olan arkadaşlarıma mevcut koşullar içinde en iyi yapabileceklerimi yapmaya gayret ediyordum. Bu nedenle programa Kapadokya’yı da koymuştum. Hem bildiğim bir bölge hem de zaman olarak sıkıntıya girmeyeceğim bir uzaklıktaydı Ankara’ya. Çünkü Pazartesi günü saat 16.00’da uçakları kalkacaktı.
Pazar günü, bize gezinin kalan kısmını yaptıracak, otobüs minübüs karışımı olan midübüsümüz orduevine geldi. Şoförü de, midübüsü de gözüm pek tutmamıştı. Yolda aracımızın motor sesi beni rahatsız etmişti. Özellikle, yolun hafif yokuş olduğu kesimlerde aracın sürati çok düşüyordu. ‘’Yarın sabah oldukça erken çıkmalıyız dönüş yoluna’’ diye düşünmeye başladım. Şoföre bu düşüncemi söylediğimde, ‘’merak etme abi yarın yıldırım gibi geçeriz bu yolları evelallah’’ diyordu.
O geceyi Nevşehir’de güzel bir otelde geçirdik. Pazartesi sabahı şoför bizi ısrarla şarap tatma evine ve testi kebabı yemeye götürmek istiyordu. Ben de bir an önce yola çıkmaktan yanaydım. Şarap tatmanın en güzelini arkadaşlarım Almanya’dan biliyorlar deyip, sadece testi kebabını kabul ettim. Misafirlerin ilgisini çekti.
Nihayet saat 12.00 sularında Ankara’ya doğru yola çıktık. Yani uçağın kalkış saatine kadar belirli süremiz vardı. Araba gelirken olduğu gibi dönüşte de bayır çıkışlarında bayılıyordu. Bu yolu nasıl geçirdim, anlatılması imkânsız. ‘’Ya uçağı kaçırırsak ben bu insanları ne yapacağım? Kendi evimde o kadar yer yok ki!‘’ diye düşüne düşüne Ankara yakınlarına kadar geldik. Gölbaşına geldiğimizde, şoföre, şehir içinden değil çevre yolundan gitmesini söyledim. ‘’Yol uzar abi’’ falan gibi bir şeyler söyledi.
Esenboğa’ya iyice yaklaşmıştık. Sürekli saatime bakıyor, şoföre de ‘’daha hızlı’’ diyordum. İşte o esnada, ancak filmlerde rastlanan, benim de başımdan kaynar suların dökülmesine neden olan olay gerçekleşti. Biz tam havaalanına girerken, alman hava yollarının uçağı başımızın üzerinden geçti gitti.
Şimdi ne yapacaktım? Hep beraber terminale geldik. Önce midübüsü kiraladığımız seyahat acentesi yetkilisi ile konuştum. Kendisi çok anlayışlı davrandı. ‘’Merak etmeyin, onları bir gece otelde misafir edeceğiz’’ dedi. Rahatladım biraz. Sonra yabancı havayolu yetkilileri ile görüştüm. Ertesi gün için yer olduğunu, ancak ücret ödenmesi gerektiğini söylediler. Ben de bunun üzerine, firmanın Almanya’daki bir yetkilisiyle görüştüm. Anlayış gösterdi. Ücret alınmamasına karar verdi.
Artık, bu güzel haberleri kutlamanın zamanı gelmişti. Arkadaşlara, kaldıkları otelin üst katındaki salonda bir Türk Gecesi tertipledim. Yediler, içtiler ve eğlendiler. Ertesi günü Almancası oldukça güzel olan sekreterimi arkadaşlarımın eşlerine mihmandar olarak verdim. Doğru kuyumcuya gittiler. Ben de erkeklerle kendi iş yerime gelip onlara çalıştığım firmayı tanıttım.
Bu defa tam zamanında havaalanında olduk. Bir gün önce ağlayan arkadaşlarımın eşleri, bu defa boynuma sarılıp ''Ne olur bu uçağı da kaçıralım'' diye gülüşüyorlardı.
Almanya Askeri Yardımı Kesiyor
Bir gün, Alman Savunma Bakanlığına çağrıldım. Savunma Bakanı Müsteşarının odasında yer gösterdiler. Müsteşar, bir kahve ikram ettikten sonra, önce sınıfımı sordu. Ben, ‘’Tank’’ dedikten sonra, ‘’İsabet olmuş’’ gibi bir şey söyledi. Hemen, doğrudan konuya girdi. ‘’Albayım, ülkenize NATO savunması kapsamında yardım faslından verdiğimiz zırhlı araçları Anadolu'da yurtiçi olaylarda kullanıyorsunuz. Bunu doğru bulmuyoruz’’dedi. Ben önce durakladım ve sordum. ‘’Sayın Müsteşar, böyle bir düşünceye nereden kapılıyorsunuz, yok böyle bir şey’’ dedim. Bana, o esnada masasının üzerinde duran, Almanya’da da basılan, Türkiye’de kendisinden, basının ‘’Amiral Gemisi’’ diye söz edilen gazeteyi gösterdi. Gazetenin birinci sayfasında, neredeyse sayfanın yarısını kaplayan bir resim bulunuyordu. Resimde bir tank ve tankın arkasına takılmış bir zincirle yerde sürüklenen bir ceset vardı. Sürüklenerek götürülüyordu. Ben, ‘’Bu tank bir M48, birçok orduda var bundan’’ dedim. Müsteşar; ‘’Ama bakın bu tankın kulesinde sis bombaları var’’ dedi. Gerçekten söylediği doğruydu. Bu, tank kulesine monte edilmiş sis bombası uygulaması, sadece ‘’Doğu Blok’’u ülkelerinde ve dolayısıyla eski Doğu Almanya Ordusunda da vardı. Doğu ve Batı Almanya birleştikten sonra, Doğu Alman Silahlı Kuvvetlerinin, harp silah ve araçları artık bugünkü Alman Silahlı Kuvvetlerinin envanterine girmişti. Almanya da bize, yardım malzemelerini işte bu envanterden veriyordu.Benim olduğum dönemde, Almanya, Türkiye’ye yapmakta olduğu askeri yardımı kesti. Hatırlanacağı gibi, Kıbrıs Barış Harekatı esnasında da, ABD askeri yardımını kesmişti. Her iki ambargo da bence ülkemize çok yararlı oldu. Savunma sanayimiz, bugünlere, gittikçe gelişerek geldi.
Askeri ataşeler olarak görevlerimiz arasında, değişik birçok şey vardı. Türkiye’den istenen bilgileri araştırıp, derleyip göndermek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Almanya’da katıldığı yarışma, fuar ve benzeri etkinliklerde koordinasyonu sağlamak, günlük, haftalık ve aylık istihbarat raporları hazırlamak, tedavi için gelen askeri personel ile ilgilenmek, hastane, ilaç ihtiyaçlarında yardımcı olmak bunlardan bazılarıydı.
Resepsiyonlar
Çok zaman alan diğer bir konu da, Bonn’daki askeri ataşelerin verdiği resepsiyonlardı. O tarihlerde, Bonn’da, 100’den fazla devletin büyükelçiliği ve askeri ataşeleri vardı. Doğu Blokundan olanlar dışındaki tüm askeri ataşelerin verdiği resepsiyonlara katılma zorunluluğumuz bulunuyordu. Davetine katılmadığımız veya katılamadığımız ülke olursa, diplomasideki kuralların en başta geleni ‘’mütekabiliyet=karşılıklılık’’ ilkesi gereğince, onların askeri ataşeleri ve diplomatları da, Türkiye Cumhuriyeti’nin verdiği resepsiyonlara katılmıyorlardı. Bu resepsiyonlar, ayrıca diğer askeri ataşelerle görüş alışverişinde bulunma olanağı da sağlıyordu.Alim ve Serap, bir resepsiyonda Norveçli Albay ve Eşiyle |
Bir de yılda 4-5 kez, ''Ülke gecesi'' tertipleniyordu. O geceyi hazırlayan, örneğin, İspanya Askeri Ataşesi ise, geceye ‘’İspanyol Gecesi'' deniyordu. Geceyi düzenleyen ülke, en güzel yiyecek ve içeceklerini, turistik yerlerini anlatan filmleri, folklorik zenginliklerini, bazı ünlü sanatçılarını tanıtıyordu. Sadece bir ülkenin ev sahipliği yaptığı bu geceler çok renkli ve güzel geçiyordu. Benim olduğum dönemde, Türkiye'ye sıra gelmemişti.
Alim ve Bir İspanyol Lezzeti ''Paella'' |
Ayrıca, Türk Ataşelerinin, kendi evlerinde, yabancı askeri ataşe ve eşlerine, ayda bir defa yemek daveti vermeleri ve bu yemek davetlerinde bir garson bulundurmaları şarttı. Oysa Hamburg’ta iken de evimizde yemek daveti verdiğimiz olur, yemek servisini eşim, içki servisini ben yapardım. Bonn’da, genellikle, dört çifti davet ettiğimiz bu yemekleri eşim hazırlıyor, menüyü özellikle, Türk mutfağının otantik yemek ve tatlılarından seçmeye özen gösteriyor ve her davette değişik şeyler hazırlıyordu. Oysa ben, ''her defasında yeni bir menüye gerek yok, nasıl olsa gelenler aynı kişiler değil'' dememe rağmen, ısrarla yeni çeşitler hazırlamaya çalışıyordu. Menüden, Çerkez tavuğu, lahana dolması, yaprak sarma, sebzeli tavuk şiş, tahinli un helvası, bademli keşkül gibi yemekler ve tatlılar aklımda kaldı.
1994 yılı Ağustos ayında askeri ataşelik görevim sona erdi. Bundan sonra yaşadıklarımı, yani Türkiye'ye dönüşümü ve özel sektöre geçişimi yazmadan, Almanya'dan 1997 yılında Türkiye'ye ziyarete gelen arkadaşlarımla yaptığımız maceralı bir geziyi anlatacağım.
Sınıf Arkadaşlarım Türkiye'ye Geliyorlar
Alman Harp Akademisini bitirirken, iki yılda bir kez toplanmaya, birbirimizi yeniden görmeye karar vermiştik. Ben bu toplantılardan iki tanesine katılabildim. İlk katıldığım toplantı Almanya’da, Erfurt’ta yapılmıştı. O tarihte zaten Almanya’da, Askeri Ataşe olarak bulunuyordum.İkinci toplantıyı 1997 yılında Türkiye’de, ben organize ettim. Sınıftan 11 arkadaş eşleri ile birlikte Ankara’ya geldiler. Askeri bir servis otobüsü ile onları Havaalanından aldım. Genelkurmaydan özel olarak aldığım izinle, onları Bahçelievler civarındaki Merkez Orduevine yerleştirdim. Akşam hep birlikte, Almanya’nın Ankara’daki Askeri Ataşesi Kurmay Albay von Quaden’ın Beysukent’teki evinde verdiği bir davete katıldık. Ertesi gün cumartesi idi. Önce otobüsle bir şehir turu yaptık. Anıtkabire, Ulus’taki Kaleye gittik. Öğle yemeğini de meşhur bir dönercide yedik. Akşam sazlı sözlü yemekli bir eğlence yerine gittik. Herkes dansözle ayrı ayrı dans etti. Çok memnun kaldılar. Otele döndük.
Paskalya tatili nedeniyle 4 günlüğüne gelmiş olan arkadaşlarıma mevcut koşullar içinde en iyi yapabileceklerimi yapmaya gayret ediyordum. Bu nedenle programa Kapadokya’yı da koymuştum. Hem bildiğim bir bölge hem de zaman olarak sıkıntıya girmeyeceğim bir uzaklıktaydı Ankara’ya. Çünkü Pazartesi günü saat 16.00’da uçakları kalkacaktı.
Pazar günü, bize gezinin kalan kısmını yaptıracak, otobüs minübüs karışımı olan midübüsümüz orduevine geldi. Şoförü de, midübüsü de gözüm pek tutmamıştı. Yolda aracımızın motor sesi beni rahatsız etmişti. Özellikle, yolun hafif yokuş olduğu kesimlerde aracın sürati çok düşüyordu. ‘’Yarın sabah oldukça erken çıkmalıyız dönüş yoluna’’ diye düşünmeye başladım. Şoföre bu düşüncemi söylediğimde, ‘’merak etme abi yarın yıldırım gibi geçeriz bu yolları evelallah’’ diyordu.
O geceyi Nevşehir’de güzel bir otelde geçirdik. Pazartesi sabahı şoför bizi ısrarla şarap tatma evine ve testi kebabı yemeye götürmek istiyordu. Ben de bir an önce yola çıkmaktan yanaydım. Şarap tatmanın en güzelini arkadaşlarım Almanya’dan biliyorlar deyip, sadece testi kebabını kabul ettim. Misafirlerin ilgisini çekti.
Nihayet saat 12.00 sularında Ankara’ya doğru yola çıktık. Yani uçağın kalkış saatine kadar belirli süremiz vardı. Araba gelirken olduğu gibi dönüşte de bayır çıkışlarında bayılıyordu. Bu yolu nasıl geçirdim, anlatılması imkânsız. ‘’Ya uçağı kaçırırsak ben bu insanları ne yapacağım? Kendi evimde o kadar yer yok ki!‘’ diye düşüne düşüne Ankara yakınlarına kadar geldik. Gölbaşına geldiğimizde, şoföre, şehir içinden değil çevre yolundan gitmesini söyledim. ‘’Yol uzar abi’’ falan gibi bir şeyler söyledi.
Esenboğa’ya iyice yaklaşmıştık. Sürekli saatime bakıyor, şoföre de ‘’daha hızlı’’ diyordum. İşte o esnada, ancak filmlerde rastlanan, benim de başımdan kaynar suların dökülmesine neden olan olay gerçekleşti. Biz tam havaalanına girerken, alman hava yollarının uçağı başımızın üzerinden geçti gitti.
Şimdi ne yapacaktım? Hep beraber terminale geldik. Önce midübüsü kiraladığımız seyahat acentesi yetkilisi ile konuştum. Kendisi çok anlayışlı davrandı. ‘’Merak etmeyin, onları bir gece otelde misafir edeceğiz’’ dedi. Rahatladım biraz. Sonra yabancı havayolu yetkilileri ile görüştüm. Ertesi gün için yer olduğunu, ancak ücret ödenmesi gerektiğini söylediler. Ben de bunun üzerine, firmanın Almanya’daki bir yetkilisiyle görüştüm. Anlayış gösterdi. Ücret alınmamasına karar verdi.
Artık, bu güzel haberleri kutlamanın zamanı gelmişti. Arkadaşlara, kaldıkları otelin üst katındaki salonda bir Türk Gecesi tertipledim. Yediler, içtiler ve eğlendiler. Ertesi günü Almancası oldukça güzel olan sekreterimi arkadaşlarımın eşlerine mihmandar olarak verdim. Doğru kuyumcuya gittiler. Ben de erkeklerle kendi iş yerime gelip onlara çalıştığım firmayı tanıttım.
Bu defa tam zamanında havaalanında olduk. Bir gün önce ağlayan arkadaşlarımın eşleri, bu defa boynuma sarılıp ''Ne olur bu uçağı da kaçıralım'' diye gülüşüyorlardı.
8 Ekim 2016 Cumartesi
Zeki Müren ve Üniversite
Annemle beraber Zeki Müren'in filmlerini hiç kaçırmazdık. Neredeyse tüm filmlerini izledik. Çok güzel bir sesi vardı. Hala kulaklarımda. Özel yaşamına ait kişisel tercihleriyle hiçbir zaman ilgilenmedim. Aldığı eğitimler, Türkçeye hâkimiyeti ve harika diksiyonu yanında, o muhteşem sesi beni kendisine hayran bırakıyordu.
1975 yılında Ankara'da yaklaşık altı buçuk ay kadar süren bir kursa seçilmiştim. Sivil kıyafetle katılıyordum. Bir gençlik hevesiyle ve meraktan bıyık bırakmıştım. Bir hafta sonu İstanbul'a geldim. Serap'ta sömestre tatili nedeniyle, İstanbul’da, annesinin evindeydi.
Aradan yıllar geçtikten sonra, bir sonbahar günü, 24 Eylül 1996'da yaşama veda etti. Benim için çok erken bir ölümdü. Zaten bütün ölümler erken değil midir?
Erzurum Atatürk Üniversitesi Yabancı Diller, Almanca Bölümüne kaydımı yaptırdım. Devam mecburiyeti yoktu. Fakat, o dönemlerde muvazzaf bir askerin üniversiteye devam etmesi kesin olarak yasaktı. Bu yüzden zaman zaman gizlice gidiyordum bölüme. Üstelik, anarşik olaylar çok yoğun olarak devam ediyordu. Hatta bir gün bulunduğum dershaneyi basan bir grup öğrenci, subay olduğumu bildikleri için beni kibar bir şekilde dışarıya davet edip, içerideki diğer karşıt gruptan olan öğrencilere saldırmışlardı.
Bir süre sonra, ikinci sınıfa geçmiş olmama rağmen üniversite yaşantımı sonlandırdım.
![]() |
Alim, Zeki Müren ve Serap |
1975 yılında Ankara'da yaklaşık altı buçuk ay kadar süren bir kursa seçilmiştim. Sivil kıyafetle katılıyordum. Bir gençlik hevesiyle ve meraktan bıyık bırakmıştım. Bir hafta sonu İstanbul'a geldim. Serap'ta sömestre tatili nedeniyle, İstanbul’da, annesinin evindeydi.
Sanat Güneşi Zeki Müren'le Tanışıyorum
Bir cumartesi gecesi, gittiğimiz ünlü bir gece kulübünde Zeki Müren'e rastladık. Çok heyecanlandım ve ani bir kararla, Serap'ın şaşkın bakışları arasında, dostlarıyla oturduğu masaya gittim. Kendimi takdim ettikten sonra, kendisi ile tanışmayı uzun yıllardan beri hayal ettiğimi söyledim. O, her zamanki kibarlığı ile teşekkür etti ve beni masasına davet etti. Eşimle beraber olduğumu, rahatsızlık vermek istemediğimi, eğer bizimle bir fotoğraf çektirirse, çok mutlu olacağımızı söyledim. Zeki Müren, hala kulaklarımdaki nazik sözleri ile ‘’Şeref duyarım efendim’’ dedi. O esnada, sahnede henüz bugünkü ününe ulaşmamış olan Huysuz Virjin program yapıyordu.Aradan yıllar geçtikten sonra, bir sonbahar günü, 24 Eylül 1996'da yaşama veda etti. Benim için çok erken bir ölümdü. Zaten bütün ölümler erken değil midir?
Üniversiteye Kaydoluyorum
1975 yılında üniversite sınavlarına girdim. Durup dururken oldu bu. Çevremde bir çok genç sınavlara giriyor, nedense kazanan pek olmuyordu. Bunların arasında yakın akrabalarım da vardı. Biraz da onları teşvik etmek ve örnek olmaktı maksadım. O tarihlerde sınavlar üç bölümden oluşuyordu. Genel kültür, yabancı dil ve fen-matematik. En çok yabancı dil ve genel kültürden ümitliydim, Fen ve matematikten ne alırsam kardır diye düşünüyordum. Nihayetinde, sınavı, yabancı dilden aldığım yüksek puan sayesinde kazandım.![]() |
Alim Üniversitede |
Erzurum Atatürk Üniversitesi Yabancı Diller, Almanca Bölümüne kaydımı yaptırdım. Devam mecburiyeti yoktu. Fakat, o dönemlerde muvazzaf bir askerin üniversiteye devam etmesi kesin olarak yasaktı. Bu yüzden zaman zaman gizlice gidiyordum bölüme. Üstelik, anarşik olaylar çok yoğun olarak devam ediyordu. Hatta bir gün bulunduğum dershaneyi basan bir grup öğrenci, subay olduğumu bildikleri için beni kibar bir şekilde dışarıya davet edip, içerideki diğer karşıt gruptan olan öğrencilere saldırmışlardı.
Bir süre sonra, ikinci sınıfa geçmiş olmama rağmen üniversite yaşantımı sonlandırdım.
28 Eylül 2016 Çarşamba
Menteş Kampı
Şimdi, Kuleli’den mezun olduktan sonra geldiğimiz, İzmir-Karaburun Bölgesindeki Menteş Kampına dönebiliriz. Kampa geldiğimizde büyük bir hayal kırıklığı yaşadık. Bir hafta boyunca, mahruti denen koni biçimi çadırlarda kalacaktık. Yatak ve yastıklar otlarla doldurulmuştu. Vücudumuza batıyordu. Geceleri sıcaktan, yaban domuzu ve çakal seslerinden uyumak mümkün değildi. Tek tesellimiz bir üst sınıfların (68’lilerin) bir hafta içinde kamp bölgesinden ayrılarak Ankara’ya dönecek olmalarıydı. Onların bıraktıkları üç kişilik, nispeten daha uygun koşullara sahip çadırlara biz (69’lular) geçecektik. Bir hafta çok zor geçti. Daha doğrusu nasıl geçti hatırlamıyorum. Sonra üçer kişilik çadırlarımıza geçtik. Ben, Aziz Kanık ve Tahir Öztürk ile birlikte aynı çadırda kalıyordum.
Sabah erken saatte kalk borusu hoparlörden yayılıyor ve çadırlar bölgesi ile deniz arasındaki açıkhava yemekhanemize gidiyorduk. Kalk borusundan sonra hoparlörden Ajda Pekkan’ın sesi yükselir, genellikle, "Saklanbaç" şarkısını söylerdi.
Çadırlarımızla yemekhanenin arasındaki mesafe 100 metre kadardı. Buna rağmen sıraya giriyor ve uygun adımlarla marş söyleyerek gidiyorduk. Daha sonra spor saati başlıyordu. Aslında bu ''Savaş Beden Eğitimi'' idi. Bundan sonra da kızgın güneşin altında tam teçhizatlı olarak eğitim alanına geçiyorduk. Eğitim tam bir işkenceydi. Öğleye kadar sadece üç defa 10’ar dakikalık dinlenme. Sağa dön, sola dön, yat kalk, marş marş. Nihayet öğle yemeği için yemekhane bölgesine dönüyorduk. Yemekten sonra da kısa bir dinlenme zamanı vardı. Ya öğrenci gazinosuna ya da eğer amirlerimiz ortalıkta yoksa çadıra gidip biraz yatağa uzanıyorduk. Öğle yemeğinden sonra genellikle iç hizmet kanun ve yönetmeliğinin anlatıldığı öğle dersi oluyordu. Bu dersler de ayrı bir işkenceydi. Sıcak başlı başına hayatımızı zorlaştırıyordu.
Öğle dersinden sonra yüzme saati vardı. Bu genellikle 15 dakika sürerdi. Bir borazancı erin çaldığı borunun sesiyle tüm bölükler, yaklaşık 650 kişi aynı anda suya giriyorduk. İlk günlerde suya girenler çoğu kez‚ ''Allah, anam'' vb. sesler çıkarıyordu. Bizi daha önce ikaz etmiş olmalarına rağmen deniz kestanelerine basanlar oluyordu. Canları çok yanıyordu. Deniz kestanelerinin batan iğnelerini çıkarmak da ayrı bir maharet gerektiriyordu. Benim ayağıma da bir defa battı. Denizden çıktıktan sonra altına koştuğumuz duşlardan da genellikle su akmıyordu. Sanırım bu olumsuzluklar bizleri çok daha zor koşullara hazırlamak içindi.
Neyse tatbikat bitti. Toplandık. Harp Okulu Komutanı tenkit yaptı. ''Olmaz arkadaşlar. Taarruzun en önemli safhasında makineli tüfek desteği yoktu. Bu taarruzu iyice çalışın.’’ Tanju Teğmen olayı anlamıştı. Dişlerini sıktı. O efendi tavrıyla, gözleri ile konuştu. ''Ben size sorarım.’’ diyordu sanki. Tanju Teğmen, Harp Okulundan sonra Kara Pilot oldu, daha sonra Orman Bakanlığı helikopterlerinde uçmaya başladı. Bir orman yangınıyla mücadele esnasında, helikopteriyle bir göle düştü ve hayatını kaybetti. Öğrencilerin çok sevdiği bir ağabeydi.
Tatbikat günü geldi. Hat düzeninde suya yaklaştık. Sırtlarımızın dönük olduğu kıyının hemen arkasındaki tepeden, Bölük Komutanımız rahmetli Yzb. Mehmet Koluman ve Alay Komutanı Kurmay Albay M.C. bizleri izliyorlardı. Yüzmeye başladık. Takımın sol tarafı çadırlar bölgesine, yani koyun nispeten daha sığ olan nihai noktasına doğru idi. En sağda, daha derin olan açık deniz tarafında ise 1nci Mg. vardı. Daha kıyıdan 5-10 m. uzaklaşmıştık ki, nereden bilemiyorum bir ses geldi. ‘’Batıyorum’’ Hemen ardından bir ses, bir ses daha. Bu defa çığlıkların arasına ‘’imdat, boğuluyorum vb.’’ panik içinde canhıraş feryatlar karışmaya başladı. O esnada arkamızda kalan tepeden yüksek sesle atılan naralar da arkadaşların çığlıklarına karışıyordu. Ama bu bağırışlar farklı iki perdedeydi. Alay Komutanı ’’evladım, oğlum at silahını, bırak suya’’ derken Yüzbaşımız hepimizce malum kendine özgü şivesiyle ‘’atma silahını, bırakma silahını, ağzına sı…’’ diye bas bas bağırıyordu. Yani sözün kısası, sallar su almaya başlamış, emir komuta zinciri tam orta yerinden kırılmıştı!
Peki ya ben ne yapıyordum? Benim salım ve onu sardığım kaba brandam bayağı sağlamdı, her nasılsa az su geçiriyordu. Ben de tüfeğimi elime almıştım. Daha da önemlisi ayak burunları suyun tabanına değiyordu. Bu da bir şans olmalıydı. Çünkü Mangadaki yerlerimizi Bölük Komutanımız bizzat ve tek tek kendisi belirlemişti.
Facia sonrası batıkları kurtarma çalışması akşam saatlerine kadar hatta gece yarısına kadar sürdü. Bazı silahlar kurtarılabilmişti ama yine de önemli sayıda silah suyun altındaydı. Kurtarma çalışmalarında, özel alet edevat kullanılmamıştı. Çıplak gözle ve 1-2 basit şnorkelle. Suyun derinliği çok değildi ama bulanık hatta çamurluydu aklımda kaldığına göre.
Bölük toparlandı, tamamen yorgun ve bitkin bir şekilde çadırlar bölgesine döndük. Bölük Komutanımız bir müddet daha ateş kustu. Tam hatırlayamıyorum ama içimizden birini yanına çağırarak ''Çık bakayım!'' dedi ve yanına gelen arkadaşımızın yakasından tutarak demediğini bırakmadı. Galiba ertesi gün, silahların önemli bir bölümü daha çıkarıldı. Bu olaydan rahmetli Ziya Süoğlu kalmış aklımda, sanki bayağı silah çıkarmıştı. Bu olay daha sonra nasıl sonuçlandı, onu da anımsayamıyorum. Tek aklımda kalan, aramızda, yürüyüşlerde, bu olay aklımıza geldikçe mırıldandığımız türkü:
Fakat o da ne? Deniz tarafından, 10-15 kadar köpek, gecenin sessizliğini yırtarcasına, yüksek perdeden havlamalarla nöbet bölgesine doğru koşturuyordu. Dikkat kesildi haliyle. Köpekler, önlerindeki, irili ufaklı üç yaban domuzunu kovalıyorlardı. Bölge, domuzlar için kavun, karpuz ve yemek artıkları bolluğu nedeniyle cazibe merkezi durumundaydı. Domuzlar tam da, gözlerine, nöbetçi olarak görevli arkadaşımın bulunduğu çadırı kestirmişler, tozu dumana katarak ve canhıraş homurtularla gelirlerken, arkalarında da bir sürü takipçileri, köpekler vardı. Gelecekleri varsa, görecekleri de vardı elbette. Sürü, sür'atle Sami’nin bulunduğu bölgeye yaklaşıyordu. Ne yapmalı, neler etmeli de bu durumu halletmeliydi?
Domuz bu, nereye yöneleceği, nerelere saldıracağı kestirilemezdi. ‘’Önlem almalıyım, yoksa işler kötü, evet, tam da bana doğru geliyorlar. Derhal süngü takıp, gereğini yapmalıyım.’’ diye düşünüyordu Sami. Sonradan anlattığına göre, öyle de yaptı. Alışa gelindiği tarzda, Komutan çadırını ortalayıp, süngü takılı ve süngüleme vaziyetinde bekledi. Domuzlar, Sami’ye oldukça yaklaştılar ve son anda verdikleri bir kararla, yan çizip çadırlar bölgesinden başka diğer bir istikamete yöneldiler.
Sami, derin bir oh çekerek rahatladı. Komutan sesleri duymuş olmalı ki, “nöbetçi, ne var orada, neler oluyor?” dediğinde, uykusu bölünmesin, rahatsız olmasın düşüncesiyle, “komutanım, rahat olun, bir iki köpek havlayıp geçti” geçiştirmesiyle durumu idare etti Sami. Bölük Komutanı, ertesi sabah “neydi akşamki patırtılar?” sorusuna Sami'nin verdiği cevaptan sonra, “aferin, bravo doğrusu, yoksa halimiz dumandı...” yaklaşımında bulundu.
Daha sonra olay tüm öğrenciler tarafından duyuldu. Üzerine çok şeyler söylendi. Domuz sürüsü, şaşırıp ta, komutan çadırının veya öğrencilerin bulunduğu çadırların içeresine dalsa idi, olacakları düşünmek bile istemiyorum.
Sabah erken saatte kalk borusu hoparlörden yayılıyor ve çadırlar bölgesi ile deniz arasındaki açıkhava yemekhanemize gidiyorduk. Kalk borusundan sonra hoparlörden Ajda Pekkan’ın sesi yükselir, genellikle, "Saklanbaç" şarkısını söylerdi.
Çadırlarımızla yemekhanenin arasındaki mesafe 100 metre kadardı. Buna rağmen sıraya giriyor ve uygun adımlarla marş söyleyerek gidiyorduk. Daha sonra spor saati başlıyordu. Aslında bu ''Savaş Beden Eğitimi'' idi. Bundan sonra da kızgın güneşin altında tam teçhizatlı olarak eğitim alanına geçiyorduk. Eğitim tam bir işkenceydi. Öğleye kadar sadece üç defa 10’ar dakikalık dinlenme. Sağa dön, sola dön, yat kalk, marş marş. Nihayet öğle yemeği için yemekhane bölgesine dönüyorduk. Yemekten sonra da kısa bir dinlenme zamanı vardı. Ya öğrenci gazinosuna ya da eğer amirlerimiz ortalıkta yoksa çadıra gidip biraz yatağa uzanıyorduk. Öğle yemeğinden sonra genellikle iç hizmet kanun ve yönetmeliğinin anlatıldığı öğle dersi oluyordu. Bu dersler de ayrı bir işkenceydi. Sıcak başlı başına hayatımızı zorlaştırıyordu.
Öğle dersinden sonra yüzme saati vardı. Bu genellikle 15 dakika sürerdi. Bir borazancı erin çaldığı borunun sesiyle tüm bölükler, yaklaşık 650 kişi aynı anda suya giriyorduk. İlk günlerde suya girenler çoğu kez‚ ''Allah, anam'' vb. sesler çıkarıyordu. Bizi daha önce ikaz etmiş olmalarına rağmen deniz kestanelerine basanlar oluyordu. Canları çok yanıyordu. Deniz kestanelerinin batan iğnelerini çıkarmak da ayrı bir maharet gerektiriyordu. Benim ayağıma da bir defa battı. Denizden çıktıktan sonra altına koştuğumuz duşlardan da genellikle su akmıyordu. Sanırım bu olumsuzluklar bizleri çok daha zor koşullara hazırlamak içindi.
Üzümbağı Tatbikatı
Menteş kampında günlük eğitimlerin yanı sıra tatbikatlar da yapıyorduk. Yine böyle bir tatbikat için uzunca bir yürüyüşün ardından tatbikat bölgesine geldik. Bizim takım taarruz edecekti. Erol Sır, A-4 Makineli Tüfek Nişancısı, Ali Fikret Arapoğlu’da (Bacak) cephaneciydi. Takım Komutanı rahmetli Tğm. Tanju Tezgel ve Harpokulu Komutanı Tümgeneral Namık Kemal Ersun tatbikatı izliyorlardı. İzmir’in o meşhur yaz sıcağı bir yandan, makineli tüfeğin ağırlığı bir yandan... Erol’da küfrün bini bir para. Ha bire mevzi değiştiriliyor. Tesadüf eseri sol tarafta bir üzüm bağına rastladık. Bağdaki üzümler nefis olmuşlardı. Takımımız mevzi değiştirmeye devam ederken, sonradan öğreniyoruz ki, Erol ve Fikret yattıkları yerden kalkmayıp, ''Ulan bizim makineli tüfeğe mi güvenip taarruz ettiler, velev ki biz öldük'' diyerek gülüşmüşler ve orada kalıp, bol bol üzüm yemişler.![]() |
Menteş ATAT Kampı (Kaynak: www.kkk.tsk.tr/Okullar/kuleli/) |
Neyse tatbikat bitti. Toplandık. Harp Okulu Komutanı tenkit yaptı. ''Olmaz arkadaşlar. Taarruzun en önemli safhasında makineli tüfek desteği yoktu. Bu taarruzu iyice çalışın.’’ Tanju Teğmen olayı anlamıştı. Dişlerini sıktı. O efendi tavrıyla, gözleri ile konuştu. ''Ben size sorarım.’’ diyordu sanki. Tanju Teğmen, Harp Okulundan sonra Kara Pilot oldu, daha sonra Orman Bakanlığı helikopterlerinde uçmaya başladı. Bir orman yangınıyla mücadele esnasında, helikopteriyle bir göle düştü ve hayatını kaybetti. Öğrencilerin çok sevdiği bir ağabeydi.
Dalyan Faciası
Menteş kampında bir defasında da Bölüğümüz, bir piyade takımının tam teçhizatla sulardan geçiş tatbikatını yapacaktı. Günler önceden çalışmalara başlandı. Anımsayabildiğim kadarıyla silahları taşımak için domates kasaları kullanılıyordu. Bu kasaların içine talaş parçaları dolduruluyor, brandayla çepeçevre sarılıyordu. Nedendir bilmem spor hocamız rahmetli Albay Şeref Tunca da bu hazırlıkları yakından takip ediyor ve yönlendiriyordu. Hazırlanan senaryoya göre bir kıyıdan suya girecek, yaklaşık 60-70 metre mesafede olan karşı kıyıya geçecektik. Üç veya dört manga oluşturulmuştu. İyi yüzücüler, başta Avni Çaptuğ ve Alkan Binici olmak üzere 1. Mangada idiler. İstanbul’lu olduğum için iyi yüzer düşüncesiyle ben de 1. Mangada idim.![]() |
Menteş ATAT Kampı sahilde (Kaynak: www.kkk.tsk.tr/Okullar/kuleli/) |
Tatbikat günü geldi. Hat düzeninde suya yaklaştık. Sırtlarımızın dönük olduğu kıyının hemen arkasındaki tepeden, Bölük Komutanımız rahmetli Yzb. Mehmet Koluman ve Alay Komutanı Kurmay Albay M.C. bizleri izliyorlardı. Yüzmeye başladık. Takımın sol tarafı çadırlar bölgesine, yani koyun nispeten daha sığ olan nihai noktasına doğru idi. En sağda, daha derin olan açık deniz tarafında ise 1nci Mg. vardı. Daha kıyıdan 5-10 m. uzaklaşmıştık ki, nereden bilemiyorum bir ses geldi. ‘’Batıyorum’’ Hemen ardından bir ses, bir ses daha. Bu defa çığlıkların arasına ‘’imdat, boğuluyorum vb.’’ panik içinde canhıraş feryatlar karışmaya başladı. O esnada arkamızda kalan tepeden yüksek sesle atılan naralar da arkadaşların çığlıklarına karışıyordu. Ama bu bağırışlar farklı iki perdedeydi. Alay Komutanı ’’evladım, oğlum at silahını, bırak suya’’ derken Yüzbaşımız hepimizce malum kendine özgü şivesiyle ‘’atma silahını, bırakma silahını, ağzına sı…’’ diye bas bas bağırıyordu. Yani sözün kısası, sallar su almaya başlamış, emir komuta zinciri tam orta yerinden kırılmıştı!
Peki ya ben ne yapıyordum? Benim salım ve onu sardığım kaba brandam bayağı sağlamdı, her nasılsa az su geçiriyordu. Ben de tüfeğimi elime almıştım. Daha da önemlisi ayak burunları suyun tabanına değiyordu. Bu da bir şans olmalıydı. Çünkü Mangadaki yerlerimizi Bölük Komutanımız bizzat ve tek tek kendisi belirlemişti.
Facia sonrası batıkları kurtarma çalışması akşam saatlerine kadar hatta gece yarısına kadar sürdü. Bazı silahlar kurtarılabilmişti ama yine de önemli sayıda silah suyun altındaydı. Kurtarma çalışmalarında, özel alet edevat kullanılmamıştı. Çıplak gözle ve 1-2 basit şnorkelle. Suyun derinliği çok değildi ama bulanık hatta çamurluydu aklımda kaldığına göre.
Bölük toparlandı, tamamen yorgun ve bitkin bir şekilde çadırlar bölgesine döndük. Bölük Komutanımız bir müddet daha ateş kustu. Tam hatırlayamıyorum ama içimizden birini yanına çağırarak ''Çık bakayım!'' dedi ve yanına gelen arkadaşımızın yakasından tutarak demediğini bırakmadı. Galiba ertesi gün, silahların önemli bir bölümü daha çıkarıldı. Bu olaydan rahmetli Ziya Süoğlu kalmış aklımda, sanki bayağı silah çıkarmıştı. Bu olay daha sonra nasıl sonuçlandı, onu da anımsayamıyorum. Tek aklımda kalan, aramızda, yürüyüşlerde, bu olay aklımıza geldikçe mırıldandığımız türkü:
'Çadırlardan çıktım yayan,
Dayan 6ncı Bölük dayan,
Karşıda göründü Dalyan,
Dayan 6ncı Bölük dayan,
Nenni, nenni, nenni, nenni, oy!…
Domuzların Gece Saldırısı
Kampın muhtelif bölgelerinde nöbetçi veya devriye olarak görevlendiriliyor, askeri bir düzen içerisinde, geceleri çadırlarda yaşantımızı sürdürüyorduk. Çadırlar bölgesinin iç ve dış emniyeti de biz askeri öğrenciler tarafından sağlanıyordu. Bir gece, arkadaşım Sami Geyve, Bölük Komutanının yattığı çadırın emniyet ve çevre korumasına görevlendirilmişti. İki saat süren 01.00-03.00 nöbeti esnasında gayet dikkatli, talimatlara uygun olarak nöbet görevine devam ediyordu. Nöbet esnasında o ana kadar kayda değer herhangi bir olumsuzluk söz konusu değildi. Gecenin sessizliğinde denizin dalga sesleri de pek hoş duyuluyordu uzaktan. Ay, tam tepede ve tüm ihtişamıyla bölgeyi aydınlatıyordu. Bölük Komutanı’da çadırında günün yorgunluğu içerisinde, bir aslan gibi horlayarak derin uykusunu sürdürüyordu.Fakat o da ne? Deniz tarafından, 10-15 kadar köpek, gecenin sessizliğini yırtarcasına, yüksek perdeden havlamalarla nöbet bölgesine doğru koşturuyordu. Dikkat kesildi haliyle. Köpekler, önlerindeki, irili ufaklı üç yaban domuzunu kovalıyorlardı. Bölge, domuzlar için kavun, karpuz ve yemek artıkları bolluğu nedeniyle cazibe merkezi durumundaydı. Domuzlar tam da, gözlerine, nöbetçi olarak görevli arkadaşımın bulunduğu çadırı kestirmişler, tozu dumana katarak ve canhıraş homurtularla gelirlerken, arkalarında da bir sürü takipçileri, köpekler vardı. Gelecekleri varsa, görecekleri de vardı elbette. Sürü, sür'atle Sami’nin bulunduğu bölgeye yaklaşıyordu. Ne yapmalı, neler etmeli de bu durumu halletmeliydi?
Domuz bu, nereye yöneleceği, nerelere saldıracağı kestirilemezdi. ‘’Önlem almalıyım, yoksa işler kötü, evet, tam da bana doğru geliyorlar. Derhal süngü takıp, gereğini yapmalıyım.’’ diye düşünüyordu Sami. Sonradan anlattığına göre, öyle de yaptı. Alışa gelindiği tarzda, Komutan çadırını ortalayıp, süngü takılı ve süngüleme vaziyetinde bekledi. Domuzlar, Sami’ye oldukça yaklaştılar ve son anda verdikleri bir kararla, yan çizip çadırlar bölgesinden başka diğer bir istikamete yöneldiler.
Sami, derin bir oh çekerek rahatladı. Komutan sesleri duymuş olmalı ki, “nöbetçi, ne var orada, neler oluyor?” dediğinde, uykusu bölünmesin, rahatsız olmasın düşüncesiyle, “komutanım, rahat olun, bir iki köpek havlayıp geçti” geçiştirmesiyle durumu idare etti Sami. Bölük Komutanı, ertesi sabah “neydi akşamki patırtılar?” sorusuna Sami'nin verdiği cevaptan sonra, “aferin, bravo doğrusu, yoksa halimiz dumandı...” yaklaşımında bulundu.
Daha sonra olay tüm öğrenciler tarafından duyuldu. Üzerine çok şeyler söylendi. Domuz sürüsü, şaşırıp ta, komutan çadırının veya öğrencilerin bulunduğu çadırların içeresine dalsa idi, olacakları düşünmek bile istemiyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)